İnternet hatıraları: Yazmak ve konuşmak
“İnsanlık tarihinde ilk kez; yazı, sıradan ve hatta ‘isimsiz’ insanların eline de geçiyor hızla. Artık yazılarınızı okutabilmek için ünlü olmanız gerekmez. Fakat bu geçiş döneminde, yazı henüz kendini varedebilmiş değil. Bir ‘benzeri’ ile yani “konuşma” ile tanımlanarak, olası gücünü hissettiremiyor. Bu konuda çok ciddi ve bilinçli – bilinçsiz çabalar artsa da yeterli mi henüz erken bunu söylemek için. Süreci kavramaya çalışıyorum; gelişmeleri izlemeye ve anlamaya…”
2000 yılında yazdığım bir metni, eski yazılarla ilgili bir arama yaparken arşivimde bulduğumda hem şaşırdım, hem de: “Keşke bu konuyu biraz geliştirseydik hep birlikte…” diye düşündüm. Bu yazıda, o metinden çoğu bölümleri de içerecek biçimde, konuyu değerlendirmeye çalışacağım.
Bir zamanlar yazmak çok önemliydi ve okumak da
Aralarında bir günlük mesafenin bulunduğu evlerin içinde, insanlar Çehov’u okurdu; henüz elektrik bile yoktu. O zamanlar “Hepimiz Gogol’ün Palto’sundan çıktık..” diyen kadirşinas Dostoyevski’nin kitaplarını mum ışığında birbirine okuyan ya da heyecanla birbirine anlatan insanlar, edebiyat üzerinden de; insanları, toplumu, hayatı ve dünyayı kavramaya çalışıyorlardı.
Ya da samandan bir kulübede, iki büklüm, bir ağaç kütüğünün üzerinde yazı yazarak dünyayı değiştiren insanlar vardı.
Yazmaya ve okumaya bakışımız ve bunun tarihi çok ilgi çekici aslında: Ortaçağda, yazmak pahalı gereçlerle yapılabildiği için öğretilmezmiş, divit, mürekkep ve kağıt çok nadir ve pahalı malzemeler olduğundan, okumak ise malzeme gerektirmediğinden “sıradan insanlara” sadece okuma öğretilir, yazı yazmak öğretilmezmiş.
Günümüzde neden böyle oldu bilmiyorum; çoğu kişinin, kendi yazdıklarını bile okumadığını fark ettikçe kapıldığım dehşet büyüyor; oysa bir umut da olabilecek kadar büyük bir gelişmenin içinde yaşıyoruz.
2000 yılındaki yazıda: “İnsanlık tarihinde ilk kez; yazı, sıradan ve hatta ‘isimsiz’ insanların eline de geçiyor hızla. Artık yazılarınızı okutabilmek için ünlü olmanız gerekmez.
Fakat bu geçiş döneminde, yazı henüz kendini varedebilmiş değil. Bir ‘benzeri’ ile, yani “konuşma” ile tanımlanarak, olası gücünü hissettiremiyor. Bu konuda çok ciddi ve bilinçli – bilinçsiz çabalar artsa da, yeterli mi henüz erken bunu söylemek için.
Süreci kavramaya çalışıyorum; gelişmeleri izlemeye ve anlamaya…” diye yazmışım.
Henüz “sosyal medya” kavramı ortaya atılmamıştı, Facebook, Twitter ve benzeri siteler yok ve ana akım dışında haber siteleri sınırlıydı. Ücretsiz bazı forum yazılımlarıyla siteler yapılmaya çalışılıyor ve sunucu taraflı yazılımlar yeni yeni yaygınlaşıyordu.
Öncü siteler
Bu aralıkta karşılaştığım, geliştirici olma olasılığı yüksek ve geliştirici de olabilen birçok proje oldu. Pilli Network sitelerinden (hafif.org, bildirgec gibi) hemen önce, bir icerik.org sitesi vardı örneğin. O gün için, görece profesyonel tasarımı ve işlevsel altyapısı, gerek kurucusunun ve katılımcılarının samimiyeti ve coşkusu beni o kadar derinden etkiledi ki; bir süre, gece gündüz demeden içerik.org sitesinde yaşamaya başladım. Yazma çabasının insanlar arasında yarattığı garip kargaşayı fark ettiğimde ise söz ettiğim dehşete kapıldım. İnternetin sunduğu bir olanak olduğu kadar, açtığı bir tuzak olarak da bakmaya başladım olan bitenlere.
Bugün farklı mecralara yayılmış görünen yaklaşımların hepsi, tek bir potada ve tanımsız olarak, kışkırtıcı ve şaşırtıcı bir dinamizmle kaynıyordu: Bu siteler birer ticari girişim mi idiler? Kültürel ya da politik vizyonu olan yeni medya araçları mı? İnsanların entelektüel gayretlerini paylaştıkları bir forum mu? Mesaj alanı mı? Rekabet alanı mı? Yeni ilişkiler alanı mı?
Bu soruların çoğaltılması sonucu değiştirmeyecek, o an için her şeyi içeren kanallardı bu siteler. İnsanlar büyülenmiş ya da -benim örneğimde- çıldırmış gibi, her konuda ve her türden, durmaksızın yazı yazıyor ve bunlar sitelerde yayınlanıyordu.
Bir röportajda, İngiliz profesör: “Aptalca soru yoktur, ama aptalca yanıtlar vardır, umarım benimkiler onlardan olmaz” diye başlıyordu geçenlerde. Soru sorarken hissettiğim cesareti, yanıt bulmaya çalışırken hissedememem böyle bir şey olabilir.
Böylece bir noktaya geliyoruz: Yazı soyutluğunu kolay kavrayamıyoruz. Yazar ile okuyanı bu kadar hızlı birbirine yakınlaştıran ve muhatap eden bir süreç daha önce yoktu. Yazılanların “farelerin kemirici eleştirisine” terk edildiği günlerden, milisaniyeler içinde cevaplar yetiştirdiği ve ölümcül sorular sorulduğu, acımasız klavye tıkırtılarının hunhar çığlıklarına ulaştık gibi görünüyordu.
Hatta o kadar öyle ki, yayına alınan yazılarla ilgili yazılanlar, yazıların onlarca katına çıkıyor, her konu derin ve bir süre asla bitmeyen tartışmalar yaratıyordu. Muhatap alan ve alınan, yazan ve okuyan birbirine karışıyordu. Bir süre sonra, şimdi de hep olduğu gibi, temel ayrım “esas” değil “usul” üzerine bitmek tükenmek bilmeyen argüman kavgasına dönüşüyor ve yıldırıcı bir yorgunluğa neden oluyordu.
Hep bir ‘iddia’ ortaya çıkıyor; en basit kuralları bile uygulanamadan atışıp duruluyordu; sonradan, çoğu insanla tanıştığımda, aslında o kadar da ciddiye almamışlar gibi davranmışlardı o tartışmaları.
Ben de bu tartışmalara bir şekilde bulaşmak durumunda kalıyordum ve acılar içinde kıvranıyordum. Hakkımda giderek daha çok oluşmaya başladığını hissettiğim; ‘kibar ve sabırlı’ imgesi beni çok tedirgin etti, çünkü doğru değil. Keşke olabilseydim öyle biri; tıpkı şimdi de olamadığım gibi, o zaman da ne yazık ki değildim.
Yolda birgün bir Borges…
Yazı bu nedenle başkadır; özel bir kişiye yazılmıyorsa ve kamuya açıksa, yazı bir hakaret aracı olmadığı kadar, kibarlık aracı da olamaz ki forumlara ya da dergi ve kitaplara yazdıklarımızın ‘açık yazı’ olduğu her durumda kesindir.
Yazı bilinciyle ilk anda ilgili görülmeyecek bir anekdot aktarmak istiyorum: Borges’i yolda yürürken gören biri heyecanla koşarak yanına gelir:
– Afedersiniz; siz Borges misiniz? diye sorar.
Borges kısa bir süre düşünür ve yanıtlar:
– Bazen…
Her zaman kendimiz değiliz ya da hangi anlarda kendimiz olabiliyoruz?
Yazı; benim en çok kendim olmaya çalıştığım bu “bazen”lerden olmaklığıyla, beni ‘sabırlı ve kibar’ yapıyor. Ki yazıyı bu nedenle de çok seviyorum ve hatta sadece bu bile, yazıyı sevmek için bir neden olabilir.
Kelimeler anlamaya ve anlatmaya çalışmak içindir, yaralamak için değil; ‘resmi mührü’ yoksa etkisi sadece anlaşılmaya yönelik olur zaten.
Ama gerçekte böyle mi oluyor?
Olmuyor. Çünkü, kendi oluşumuzdan çıkamıyoruz; yazıları konuşma gibi okuyoruz ve konuşma gibi yanıtlıyoruz.
Yazının yeniden keşfi
Oysa bu ‘sanma’ biçiminden kurtulup, dışarıdan bir kez bakabilsek; gerçeği, saf gerçeği algılayacağız: Yazı yazıyoruz!
Keşfinin yepyeni bir çağ açtığı; insanı insan yapan yazıyı, biz sıradan insanlar; internet sayesinde yeniden keşfediyoruz gerçekte.
Kendimize ait harfler, kelimeler ve cümleler ekranda çoğaldıkça daha çok yazıyoruz; KONUŞMUYORUZ!
Bütün bu kelimeleri yazarken kendi sesimi duymuyorum; yalnızca klavye tıkırtısı. Siz okurken de sesimi duyamayacaksınız: klavye tıkırtılarını da. Duyacağınız kendi klavyenizden az sonra çıkacak tıkırtılardır. Ve ben de sizin sesinizi duyamayacağım.
Yeni binyılın yaratacağı büyük atılımlar için yazıya güvenebilmeyi o kadar çok istiyorum ki. Tıpkı 13 yıl önce yazılmış ve bu yazıda yeniden nefes alan kelimeler gibi.
Yazının konuşmadan daha çok ‘bir şey’ olduğu kesin, sadece kalıcı olduğunu bilmek bile insanı ‘kibar ve sabırlı’ olmaya zorunlu kılmıyor mu?