Neye ‘Bilgi’ diyoruz?
Herhalde düşünce tarihi boyunca üzerinde en çok kafa yorulan ama bir türlü yanıtı bulunamayan sorulardan biri ‘Bilginin ne olduğu’dur. Birçok felsefe kolunun ortaya çıkmasına neden olan da bu sorudur.
‘Bilgi Nedir?’ sorusu etrafında felsefi / etimolojik bir tartışma bu yazının sınırlarını elbette çok aşar. Ama, madem ki bir bilişim – iletişim – teknoloji çağında yaşıyoruz, hiç değilse bu bağlamdaki çağdaş değerlendirmeleri gözden geçirebilir, çağdaş toplum ve iş süreçlerine bu yorumların etkileri üzerine sınırlı bir zihin jimnastiği yapabiliriz.
Yakın geçmişte yaptığımız bir araştırmada, bir bilgisayar mühendisi ‘belirli kurallar (mantık) temelinde belirli bir veriyle algısal olarak ilişkilendirilen anlam’a bilgi denmesi gerektiğini belirtmişti.
Gerçekten öyle mi?
‘Bilgi’, ‘mantık’tan, ‘veri’den, ‘algı’dan farklı bir şey mi, bunların bir toplamı ya da bileşkesi mi, yoksa bunların bir sentezi mi?
Orhan Hançerlioğlu, Felsefe Ansiklopedisinde ‘Bilgi’nin, ‘nesnel dünyanın insan düşüncesinde yeniden üretimi’ olduğunu belirtiyor.
Birçok çağdaş düşünüre göre de ‘Bilgi’, ona sahip olan bireyin zihninde ortaya çıkmakta ve oradan uygulamaya geçirilmektedir. Yalnızca belgelerde değil, rutin çalışmalarda, süreçlerde, uygulamalarda ve normlarda da vücut bulan bilgi, insan beyni tarafından yaratılan (sentezlenen) bir anlamdır.
Bütün bu tanımlar ve benzerleri ‘Bilgi’nin insan düşüncesine özgü bir oluşum olduğunu, dolayısıyla nesnel ‘veri’den, ‘iletişim’in yarattığı ‘algı’dan ve düşünce kuralları da diyebileceğimiz ‘mantık’tan farklı bir şey olduğunu vurgulamaktadır.
Anlaşılan o ki ‘Bilgi’, günlük hayatta ‘kültür’ olarak adlandırdığımız olguya yakın ya da eşdeğer bir oluşumdur. Belki de, Edovart Herriot’un ‘Kültür, her şeyi unuttuktan sonra insanın aklında kalandır’ diye esprili bir dille ortaya koyduğu şey, ‘Bilgi’den başka bir şey değildi!
Yaşadığımız iletişim çağında, gündelik hayatta, medyada, hatta birçok bilimsel yayında ‘Bilgi’nin, ‘ileti’, ‘iletişim’ ve ‘veri’ kavramları ile birbirine karıştırıldığına, kimi zaman birinin yerine diğerinin kullanıldığına sık sık tanık oluyoruz. Bu karışıklığın tek nesnel sonucu ‘kimin ve neyin değerli olduğunu bilememek’ olsa yine iyi! Asıl sorun, ‘Bilgi’ hakkındaki yanlış algıların, bütün eğitim süreç ve yöntemlerimizi de derinden etkilemesi, yanlış mecralara sürüklemesidir.
Bu ciddi sorun, insanları giderek daha hızlı ve yoğun iletişim içinde boğulan, ve fakat giderek daha bilgisizleşen bir topluluk haline getiriyor.
Yazıyı Peyami Safa’nın 1938 yılında Yenigün Dergisinde yayınlanan bir makalesi ile noktalıyorum:
“Ayaklı kütüphane denilen adamların lehinde ve aleyhinde çok şey söylenmiştir. Bunların kafalarında kitap, midede öğütülen ekmek gibi değil, ambarda bekleyen buğday gibi durur. Nasıl konmuşsa öyledir. Kana ve hayatına karışmamıştır. Onların bilgileriyle zekaları arasındaki münasebet, bir kitapla bir kütüphanenin raf tahtası arasındaki münasebetin aynıdır: Biri ötekinin üstüne binmekle kalır.
Kitap, adamı beslemezse şişirir, bilgilerin yağıyla şişmanlatır. Ayaklı kütüphane denilen adamlar, manevi bünyelerinde fikirden ziyade semen bulunan mahluklardır: ilmin şişkolarıdır. Bunun için sağlam yapılı bir kafa, dolu bir kafadan üstündür ve düşünmek bir fikre gebe kalmaktan başka birşey olmadığı için, kitapların en güzelleri, düşündürücü ve doğurucu eserlerdir.
Yine bunun için uyanık bir zeka, okurken her an şüphe içindedir. Bu şüphe at sineği gibidir: Savarsınız yine gelir. Bizi rahatsız etmesine mukabil, demin bahsettiğim kötü dalgınlıktan kurtarmak gibi, sinirlendirici olsa bile uyandırıcı bir etkisi vardır.
Aynı kitabı birkaç defa okumak, ayrı ayrı birkaç kitap okumaktan daha faydalıdır. Çünkü okumakta gaye yazarın ne düşündüğünü anlamaktan ve bir şey öğrenmekten ibaret değildir. Kitapla okuyucunun zekası evlenmeli ve mahsul vermelidir”.