ABD’den bakınca: Mobil teknolojiler ve Türkiye
Bundan 41 yıl önce, 3 Nisan 1973 sabahı New York’un 6’ıncı caddesine gitmek üzere evlerinden çıkanlar, o gün dünyayı değiştirecek yeni bir teknolojinin ilk defa kullanımına tanık olacaklarını acaba düşünmüşler miydi?
O gün Motorola’nın Ar-Ge Direktörü olan Dr. Martin Cooper, etrafındakilerin şaşkın bakışları arasında, tuğlayı andıran bir cihazla, AT&T Bell Labs’den rakibi Dr. Joel Engel’i aradı ve şunları söyledi: “Joel, ben Marty, seni bir mobil telefondan arıyorum, gerçek ve elde taşınabilir bir mobil telefondan!”
ABD’de telefon hemen her eve girmişti, ancak Amerikalı şimdi de olduğu gibi gününün önemli bir bölümünü özel arabasında geçirmekteydi. Evinden ya da işyerinden uzakta iken dünya ile ilişkisi neredeyse kesiliyordu. AT&T daha 1947’de bunu görüp ilk mobil telefon fikrini ortaya atmıştı ama yüksek maliyet ve teknolojik zorluklar nedeniyle başarılı olamamıştı.
Tüm devrelerin ortaya çıkışı ve elektroniğin ucuzlaması ile konu yeniden gündeme geldiğinde AT&T yalnız değildi; Motorola ben de varım diyordu.
İnanılmaz başarı
Gerçi Cooper’ın 3 Nisan’da yaptığı o ilk görüşme ile Motorola sembolik bir zafer kazandı ama o görüşmeden sadece beş yıl sonra AT&T ilk ticari mobil telefon sistemini Chicago’da başlattı. Servis pahalı, cihazlar hantal ve kullanışsızdı. 2,5 kg ağırlığında ve pili sadece 20 dakika dayanan bir telefonu kimse kullanmaz diye düşünenler çoğunluktaydı. Ancak gelen olağanüstü talep ile mobil telefon tahminlerin de ötesinde bir başarıyı yakaladı. Mobil telefon sahibi olmak neredeyse bir statü sembolü olmuştu. Öyle ki 80’li yılların başında sadece gösteriş amacı ile kullanılan plâstik maketler bile piyasaya çıktı.
80’ler boyunca gelen aşırı talebin sonucu fiyatlar düştü ve mobil telefon şirketlerin ve zenginlerin tekelinden çıktı. 1987 yılına gelindiğinde mobil telefon abone sayısı sadece ABD’de bir milyonu aşmıştı. Basit bir iletişim sistemi olarak başlayan bu teknoloji, iletişimin artan gereksinimlerine yanıt getiren çözümleri ve bu çüzümlerin tetiklediği teknolojik atılımlar ile ekonomiyi canlandıran katalizörlerden biri oldu.
Bu bir rastlantı olamaz
Gerçi mobil haberleşme teknolojilerinin evrimi üzerine Moore kuralına benzer bir kural yok ama 70’lerden günümüze kadar olan gelişmelere bakınca ortaya bir şekil çıkıyor. Gereksinimlerin sonucu olarak, yaklaşık her on yılda bir, mobil teknoloji yenileniyor. Analog olan 1G sisteminden sayısal olan 2G’ye, telefonun ses kalitesini iyileştirmek için geçildi. 3G ile internete daha hızlı erişim olanağı geldi. 4G ise yüksek hız gerektiren oyun, video, müzik gibi uygulamalara olan talebin 3G’nin sınırlarını zorlaması ile devreye girdi.
Yeni nesil teknolojilerin piyasada kalma süreleri de şu ana dek yaklaşık 20 yıl civarında ve bu da bir rastlantı değil. Yeni nesil teknolojilerin sunumundan önce bunların üzerinde çalışacağı yeni teknolojilerin ve ağ yapılarının hazır olması şart. Yeni teknoloji geliştirmek kuşkusuz zaman alıyor ama asıl neden yapılan yatırımı geri kazanmak için gereken süre.
Gerçi evdeki pazar her zaman çarşıya uymuyor. Özellikle, şirketlerin rekabeti ile yeni nesil teknolojilerin piyasada kalma süreleri kısalma yönünde bir eğilim gösteriyor. Bir şirket ilgi çeken yeni bir uygulama başlattığında, diğerleri de ister istemez ayak uydurmak zorunda kalıyorlar.
Sırada LTE-A var
Şu an için en son mobil telefon standardı, Uluslararası Telekomünikasyon Birliği (ITU) tarafından IMT-Advanced olarak tanımlanmış ve bu “gerçek 4G” olarak biliniyor. Bununla kullanıcıların 1Gb/s hızına ulaşmaları amaçlanıyor.
IMT-Advanced adı altında çeşitli 4G teknolojileri var ki bunlardan en dikkat çekeni LTE-Advanced (LTE-A). Bu sistemi ilk uygulayan da Güney Kore olmuş. Geçtiğimiz yılın Haziran ayında ilk LTE-A servisini hizmete açmış ve diğer ülkeleri de peşinden sürüklemiş. Örneğin ABD’de AT&T, Japonya’da NTT DoCoMo ve İsveç’te Telenor LTE-A servisini deniyorlar. Bu yıl içerisinde de ticari servisi başlatacaklar.
4G başladı başlayacak derken 5G de geliyor. Alcatel-Lucent ile Nokia’nın 5G-PPP (5G-Public and Private Partnership) adıyla kurduğu ortaklık, 2013 yılının Aralık ayında çalışmalarına başlamış. Hedefleri 2020 yılı ve bu tarihe kadar 4G’nin hızını en az on kat artırmayı amaçlıyorlar. Ancak LTE-A’nın 2010’lu yılların sonlarına doğru yaygınlaşacağı görüşü yaygın. ABI Research, 2018’de dünyadaki LTE-A abone sayısının 500 milyonu aşacağını öngörüyor.
Biz neredeyiz?
Burada Türkiye’nin mobil teknoloji ve ürün geliştirme konularında ön saflarda yer aldığını rahatlıkla söyleyebiliyoruz. BThaber’de Şubat’ta yayınlanan bir haberde, Savunma Sanayii Müşteşarlığı’nın atılımı ve tamamen yerli olanaklarla Aselsan-Netaş-Argela tarafından geliştirilmekte olan ULAK isimli 4G LTE baz istasyonu projesinden söz ediliyor. 2016 yılı sonunda, ITU standardına uyumlu kendi LTE-A teknolojimizle haberleşebileceğiz.
Elbette o zamana kadar internette erişimi kısıtlanmamış siteler kalmışsa.
Birinci lige çıkıyoruz
ULAK’ın önemi teknoloji üretiminin de ötesinde. Şu ana dek yerli teknolojilerden ve özellikle yerli otomobil konusundan hep söz edildi. Otomobil gibi asırlık ve geleceği olmayan bir teknolojiyi yeniden oluşturmak, yani deyim yerindeyse tekerleği yeniden keşfetmek yerine, ULAK, yeni teknolojileri tetikleyecek, bizi ileri teknoloji ihraç eden ülkelerin safına taşıyacak bir adım. Netaş İcra Komitesi Üyesi Ahmet Hamdi Atalay’ın deyimiyle ULAK mobil iletişim teknolojileri açısından ülkemizi birinci lige çıkaracak.
Bu çok önemli, çünkü günümüzde mobil iletişim teknolojileri sâyesinde, 60 ve 70’lerin “Silikon Vadisi”, bilginin ve yenilikçi fikirlerin serbestçe yayılıp gelişebileceği küresel bir yapıya dönüştü. Temelleri sağlam, sürdürülebilir ekonomik atılımlar için bilişim teknolojilerinin akılcı politikalar ile ciddi bir şekilde desteklenmesi gerekli. Ancak ne yazık ki pratik uygulamalar bunun tersine işaret ediyor gibi.
Bu en azından ABD’den bakınca bana öyle görünüyor.