Uzaklaşmak ve yeni başlangıçlar…
Bu BThaber’de yayınlanan 253. köşe yazım oluyor. “Bir hayli olmuş, ama bu sayının özelliği ne” dediğinizi duyar gibiyim. Öyle ya, yuvarlak bir sayı değil; ama benim için özel; çünkü bu BThaber’e Paris’ten yazdığım ilk yazı. Daha önce de yurtdışından yazdım; bu yazının özelliği Paris’ten yazılması da değil; özel olan, bundan sonraki yazılarımın çoğunu da buradan yazacak olmam. Kısacası, taşındım, eşim ve küçük kızımla beraber. Yani Türkiye’yi bir süreliğine bıraktım…
Bu, ani, radikal ve zor kararın birçok nedeni var elbette. Bunların bir kısmı özel. Ama içlerinden biri bence bu köşenin okuyucularını da ilgilendiriyor: Yaşadığım yerden, ülkemin içinde bulunduğu durumdan, sunduğu koşullardan memnun değildim. Yıllar içinde taş üzerine taş koyarak kurduğum hayatın rahatlığını terk edebilecek kadar memnuniyetsizdim diyelim. Biliyorum, böylesi bir söylem, bazılarınıza burnu büyüklük, yabancılaşmışlık, yozlaşmışlık ifadesi gibi gelebilir. Bu yazdıklarımı “ya sev ya terk et” terimleriyle düşünecek olanları umursamıyorum zaten; onlarla ortak bir yanım olmadığından eminim, bu köşeyi okumadıklarından da… Ama “kulaklarıyla düşünmeyen” diğerleri için bu memnuniyetsizliği biraz açayım.
Yıllardır bu köşede ve başka yerlerde yazıyorum. Odak noktam, bildiğiniz gibi, adil, demokratik ve katılımcı bir temelde ülkenin bilgi toplumuna dönüşerek hak ettiği konuma yükselmesi oldu. Profesyonel faaliyetlerimin büyük kısmı ve eğitimciliğim de bu hedefe odaklandı. Ama maalesef bu köşeden size pek az iyi haber verebildim ve bu da beni usandırdı. Hayır, umudumu kaybetmedim. Bıktım. Yoruldum. Bu kadar mı mehter ritmine tutunur sorumlu sorumsuzlar? Bu kadar mı ayak sürünür ülkenin geleceğine giderken? Bu kadar mı korkulur gelecekten? Bu bir suç ve giderek kendimin de bu suçu kanıksamaya başladığını dehşetle fark ettim.
Yani, uzaklaşmam ve yeni bir başlangıçla arınmam gerekiyordu. Şimdi yaptığım da bu ve şimdiden kendimi daha iyi hissediyorum. Merak etmeyin, kimseye bir şey önerdiğim yok. Benim durumumu paylaşan çok sayıda kişinin olduğunu da sanmıyorum. 25 yıl, dile kolay, bir çeyrek yüzyıl, bir hedefe odaklanmak ve hala bir arpa boyu yol alınmadığını görmek hayal kırıcı. Üstelik benden öncekilerin bu konuda beni uyarmış olmalarına rağmen. Ne de olsa hiç bir şey deneyimin yerini tutamaz. O yüzden bu yazının tamamen anlaşılmasını da beklemiyorum.
Aslında ilerlediğimizi, durumumuzun hiç de fena olmadığını, “krizlere teğet geçtiğimizi”, giderek daha “teknolojik” bir ülke haline geldiğimizi, GSMH’nın yükseldiğini filan ileri sürecekler çıkacaktır. Onların dikkatini, yukarıda dile getirdiğim hedefin sıfatlarına çekerim: “Adalet” ve “demokrasi”… Hedefin nesnesi, yani “bilgi toplumu”nun koşulları onlar. Hedefin öznesi ise ortada: Toplumun kendisi… Şimdi bu denkleme bir bakın, elinizi vicdanınıza koyun ve ondan sonra konuşun.
Kısacası teknolojiyle, inovasyonla ilgisi üretim değil tüketim düzeyinde sabitlenmiş, teknoloji pazarına dönüşmüş; “üniversite-sanayi işbirliği”ni tamamen yanlış anlayarak eğitim sistemini ucuz ve atılabilir işgücü üretmeye ayarlayan; zaten özerkliği de olmayan üniversitelerinin bilimle ilgisi giderek zayıflayan; dolayısıyla teknolojik inovasyon üretmesi mümkün olmayan (bilim yapmanın koşulu olan kültür, sanat ve felsefe eğitiminden hiç söz etmiyorum bile); orta öğrenimde matematik yeterliliğin yerlerde süründüğü (ilk öğrenime hiç girmeyeyim); bir vesayet rejimini bir başkasıyla devşirmenin demokrasi addedildiği; konjonktürü yönetme yanılsamasının vizyon sayıldığı; kendini dev aynasında gören neo-liberal muhafazakarlığın değersizliğinden kurgusal bir “değer sistemi”nin üretilmeye çalışıldığı; yönetimsizliğin yarattığı boşluklardan sızanların etrafında oluşan paylaşım girdabının toplumun önemli bir kısmını da yozlaştırdığı bir ülke görüyorum ben…
Bu yazının meramı şu değil: “Ne haliniz varsa görün”… Tersine, bundan sonra yine aynı odakla ama farklı biçimlerde çalışacağım. Yani BThaber bastıkça siz bu köşede benden yine benzeri konuları okuyacaksınız. Profesyonel faaliyetlerimi de sürdüreceğim. Belki daha “etkili” bile olabilirim. Çünkü Türkiye’de “dışarıdan okunan gazel” kulakların pasını daha çabuk siliyor. Ne de olsa üç beş yüzyıldır “ele güne rezil olmamaya” kendini adamış bir toplumuz. Eh, internet ve diğer teknolojik gelişmelerle birlikte, kırılan kollar da yenlerinde kalmıyor artık…
En çok öğrencilerimi özleyeceğim.
Paris’ten sevgilerle…