Abilerim, Ablalarım…
Masamdaki telefon çaldı, çok alışık olmadığım için ilk başta anlam veremedim zira işe başlayalı 4 ay olmuştu ama masamdaki o kutunun çaldığına daha doğrusu çalabildiğine ilk defa şahit oluyordum. Açsam mı? Açmasam mı? diye düşünürken bir süre susmasını bekledim. Susmadı. Israrla uzun uzun çaldı ve ben de açmak zorunda kaldım.
- Efendim
- Alo
- Efendim
- Devrim?
- Efendim (başka kelimeler de biliyorum ama kozlarımı hemen açmak istemedim)
- Laboratuvara gel
- Efendim? (Tüm hayatımı tek bir kelime ile sürdürdüğümü düşünebilirsiniz haklı olarakJ)
- Laboratuvara gel
Çok belli bir kez daha “efendim” dersem o telefonun ahizesinden bir el uzanacak ve beni laboratuvara çekecekti.
- Hemen
Ses o kadar otoriter ve o kadar kararlıydı ki o an bana “bir tost bir çay” dese itiraz edebilecek durumda değildim. Koşar adım indim laboratuvara. Beni kim çağırdı? Kimi arıyorum? En küçük bir fikrim yok. Sadece bir kadın sesi. “Laboratuvara gel” demişti.
Çok şanslıydım ki koca laboratuvarda tek bir kadın vardı ve kapıdan girecek ilk faninin canını alacak gibi bakıyordu. O an mitolojideki tanrıçalardan birisinin karşısına çıkan bir ölümlüye benzettim kendimi. Artık çok gizli bir ayinle bir tanrı olma zamanım geldi diye düşündüm.
- Devrim sen misin?
- Evet (Tanrıçayla şaka olmaz “Efendim” diyecek halim yok)
- Gelir misin?
- Tabii (hemen oturdum yanındaki sandalyeye)
- Uçtu bu
Uçmak? Bir tür parola mı? İşe girerken bu parolayı demediler ki bana. Sorsam mı kadına? “Pardon bana parolayı söylemediler. Uçtu parola mı?” desem mi?
- Uçmak ne demek?
- Uçtu işte görmüyor musun?
Bir monitörde sabit duran birtakım yazılar var ve uçan en küçük bir cisim yok, “uçtu” dediğine göre çoktan uçmuş gitmiş olmalı, söylesem mi acaba “çoktan gitmiştir o” desem mi?
Şaka yapar bir hali de yok. Çok ciddi. İtiraf vakti tamam beni mitolojik tanrı yapmasa da sağlık olsun ama artık bir kendine güvenme ve bir duruş sergileme zamanı;
- Pardon ne uçtu? (Çok da sert demedim zira hala bir tanrıça olma ihtimali var, gözlerinden çıkan şimşekle çarpar falan öyle bir hali var çünkü)
- Görmüyor musun uçtu?
- Evet (Hayatımın en anlamsız “Evet” lerinden bir tanesiydi gerçekten çünkü neye evet dediğimi bilmeden demiştim)
- İyi çöz o zaman
İyi de neyi çözeyim? Bir kere uçmak ne demek? Neyi çözüyorum? Bunları sorsam kızacak ama sormak zorundayım çünkü bilmiyorum. (İsim Ayşe değil ama Ayşe diyelim)
- Şey, Ayşe Hanım ben ilk defa “uçmak” diye bir şey görüyorum ve ne yapacağımı bilmiyorum (sorunun saçmalığının da farkındayım ama gerçekten ekranda uçmak bildiğim bir konu değil)
- Sen RM değil misin?
- Evet RM benim (RM benim sorumlu olduğum uygulamanın ismi)
- Bak burada ne yazıyor?
- RM (gerçekten yazmaz olsun kocaman RM yazıyor)
- O zaman bunu sen çözeceksin
- Pardon ben ilk defa “uçmak” görüyorum yardımcı olabilir misiniz? Ne demek istediniz?
- Eeee seninle mi uğraşacağım be. Çözünce çağır beni. Çabuk çöz vaktim yok. Böyle acemileri de alıyorlar buraya sonra uğraş dur.
İş hayatınızda buna benzer anlar yaşamışsınızdır. Ne kadar kötü hissettiğimi ne kadar çaresiz kaldığımı tahmin edersiniz. O gün aceleyle bazı başka deneyimli arkadaşlarıma sorunu gösterip çözümü için destek istedim.
Konu çözülmüştü ama bende bir his, bir duygu ve bir cümle kaldı “Birgün sen deneyimli olduğunda kimseye böyle davranma!”. Sanırım bunca yıl geçti birlikte çalıştığımız hiç kimseye böyle bir davranışta bulunmadım (ancak elbette beşer şaşar bu vesile ile bu şekilde kalbini kırdığım ve bu yazıyı okuyan kimse varsa bana ulaşırsa mümkünse kırdığım hisleri tüm samimiyetimle tamir etmek isterim).
Bu anlattığım olaydan seneler sonra bir spor salonuna yazıldım. Kendimce salondaki aletlerin dinamiklerini incelerken (yaptığım şeylere dışarıdan spor deneceğini sanmıyorum daha ziyade aletlerin mekaniğini incelediğim rahatlıkla iddia edebilirdi) bir grup insanın bisiklet aktivitesi için toplandığını gördüm. Hilal şeklinde bisikletleri dizmişler ve bu hilalin ortasına da tüm bisikletçiler tarafından görülebilecek iki bisiklet koymuşlardı. Yüksek müzikle birlikte bir grup insan yavaş yavaş toparlanıp bisikletlere binmeye başladı. Bunlardan bazıları daha önce böyle bir grupta bulunmuşlardı ancak bazıları da acemi ve ürkek hareketlerinden belli ki yeniydiler. Tüm bisikletler doldu sonunda ve sahnedeki iki bisiklete bir kadın bir de erkek eğitmen geldi.
Zaten o an yaptığım spor denemeyecek aktiviteden sıkılmıştım hemen kenara geçip izlemeye başladım. Başlarda grupta bir senkronizasyon yoktu herkesin pedal çevirme hızı birbirinden farklıydı, birbirlerini tanıyanlar aralarında sohbet ediyorlardı. Ancak zamanla sihirli bir şeyler olmaya başladı önce pedal çevirme hızları eşitlendi sonra birlikte eğilip kalkmaya ve birlikte el çırpmaya başladılar. Merkezdeki eğitmenler ne yapıyorsa grup da aynılarını yapıyordu ve uzun bir zaman geçmeden harmonik bir grup haline gelmişlerdi. Aralarında daha önce bir konuşma olmadan, bir taktik bir anlaşma olmadan tamamen birlikte hareket eden tek bir vücut gibiydiler.
O gece salondan bu büyüyü mümkün kılan şeyin ne olduğunu düşünerek ayrıldım. Nasıl olurdu da birbirlerini ve eğitmenleri tanımayan bunca insan aynı hareketleri aynı anda yapabiliyorlardı? “Eğitmenler” cevap buydu. Grup bir süre dağınık hareket ettikten sonra sahnedeki eğitmenlerin hareketlerinin aynılarını yapmaya başlamışlardı.
O sırada çalıştığım şirkette biz de benzer bir harmoniye ihtiyaç duyuyorduk ancak bu harmoniyi yakalamak için “müdür ya da yönetici” pozisyonları bazı durumlarda yetersiz kalıyordu. Bizim salondaki eğitmenler gibi “abilere ve ablalara” ihtiyacımız vardı. İşi bilen, müşteriyi tanıyan ve takımı yakından anlayan, yönlendiren, en önemlisi hala ekibin içerisinde olan ve birlikte pedal çeviren “abi ve ablalar”dı ihtiyacımız olan. Yıllar önce işe yeni başladığımda bana örnek olması gereken ablalıktı sistemde yerine konması gereken.
Ben bir süre şirkette bize abi ve ablalar lazım diye dolaştıktan sonra temelleri bunun üzerine kurulu olan bir dönüşüm yolculuğuna çıktık. Dönüşmek zaman aldıysa da bir süre sonra uçana kaçana birlikte bakan, birlikte çalışan, birbirini savunan, abilerine ve ablalarına bakarak hareket eden takımlarımız beklentinin çok üzerinde üretmeye başladı.
Bence hep birlikte oynadığımız profesyonellik oyununda bir katmanı ya atlıyoruz ya da ucundan köşesinden çekiştirdiğimiz rollerle ihtiyacı kapatmaya çalışıyoruz. Savaşlar subay kadrosu ile kazanılmıyor çünkü subaylar karargahta kağıt üzerinde savaşı planlıyorlar ki bu elbette çok gerekli ancak savaş stratejinin yanında bir de cephede göğüs göğüse çarpışan astsubaylar, çavuşlar ve erlerle kazanılıyor.
Sonuç olarak; başarmak istiyorsanız;
- İyi bir strateji ekibiniz olacak
- İyi bir yönetici ekibiniz olacak
- İyi çalışanlarınız olacak
Ancak dikkat burada bitmiyor!
- Mutlaka ama mutlaka takımın içinde çalışan, yenileri terslemeyen, destek olan, örnek olan, uğruna çalışılacak abileriniz ve ablalarınız olacak.