BİLMEDİĞİMİZ ÇOK ŞEY VAR
İlk hesap makinesi Georgia Tech’de doktoramı yaparken çıktı. Dört işlem yapabilen Texas Instrument (TI) marka kocaman hesap makinemi 80 dolara almıştım. “Satın alamayanlar mağdur olmasın” gerekçesiyle, önceleri sınavlarda kullanmak yasaktı. Sanırım, hocalar ne yapacaklarını bilemedikleri için bu kısa süren yasağı koydular. Birkaç yıl geçti, özellikle HP çok sayıda işlem yapabilen hesap makineleri çıkardı. Aklımda hep şu sorular vardı ve hala var: “Öğrenci hayatımda ne değişti? Şimdi aritmetik hesapları daha hızlı yapıyorum diye serbest zamanım arttı mı? Hayır. Daha hızlıyız diye, ödev veya sınav olarak eskiden 3 soru sorulurken şimdi 5 soru mu soruluyordu? Hayır! Örneğin, karekök almayı öğrenmek gereksiz miydi? Hayır! Peki, ne değişti?” Bu sorulara bir türlü somut ve köşeli yanıtlar veremedim, veren de bulamadım.
Derken, evde kullanabileceğimiz mikro (denirdi o zamanlar) bilgisayarlar çıktı. Daha önemlisi, taşınabilir olanlar çıktı. Artık üniversite hocasıydım. İlk çıkan Compaq taşınabilir (çok ağır olması hiç önemli değildi) bilgisayarımı 3 bin dolara aldım. Onu arabada yanımda veya uçakta koltuk altında taşıyabilmem heyecandan tüylerimi ürpertirdi! Üstelik, bu bilgisayarlar zamanla iyice gelişti ve derslerde öğretilen algoritmaları yüklemek de mümkün oldu! Yine aynı soru: Öğrenci ve hoca yaşamında ne değişti? Bunun bazı basit ve aşikar yanıtları var: Artık bilimsel makalelerimizi veya mektuplarımızı sekreterlere vermeyip kendimiz yazıyorduk. Artık konferanslara veya danışmanlık yaptığımız kuruluşlara giderken, yanımızda sadece bilgisayar götürmek yeterliydi. Daha etkili sunumlar yapılıyordu, vs… Öğrenciler için de benzer değişiklikler oldu. Peki, eğitim ve öğretimde ne değişti? Artık, çözümü için hazır yazılımların olduğu hesap yöntemlerini ve algoritmaları öğrenmek veya öğretmek gereksiz mi oldu? Hayır! Peki, sınava bir öğrenci, zamanla gerçekten taşınabilir olan bilgisayarıyla gelse yasaklayacak mıydık? Maalesef, evet!
İşte bu noktada, benim bilgi alanımda olan mühendislik yüksek öğreniminde sadece yeni dersler, yeni ders verme yöntemleri değil, yeni paradigmalar ortaya çıkmaya başladı. Fakat, bunları bazen kendi kendimize bazen de eğitim uzmanlarının yardımıyla, ama genellikle el yordamıyla ve birbirimizle tartışarak buluyorduk. Ayrıca, her öğretim görevlisinin yaklaşımı, başlarda ciddi farklılıklar gösterebiliyordu. Zamanla ve nesil değiştikçe, ciddi farklılıklar azaldı.
Şimdilerde de, önce internet sonra da Google nedeniyle şu ve benzer soruları ben ve birçok kişi kendine ve birbirine sorar oldu: Bilgi çağının gereği olarak, sahip olduğumuz bilgi, kafamızdaki ile değil erişebildiğimiz bilgiyle sınırlıyken, internetten de bilgiye ulaşmak bu kadar kolaylaşınca, gerek olunca ulaşabileceğimiz bilgiyi neden önceden öğreniyoruz? Kopyala-yapıştır neden yetersiz olabiliyor? Bunlara tatminkar yanıtlar henüz yok, tartışma sürüyor.
Daha dizüstü bilgisayarların, hatta şimdi tabletlerin, eğitim ve öğretimde gerektirdiği paradigma değişiklikleri bile yanıtlanamamışken, internet ve arama motorlarının, hatta sosyal ağların ortaya çıkışıyla artan ve zorlaşan soruların somut, köşeli ve aşikar yanıtları yok. Bu da, çok tehlikeli bir durum yaratıyor. Kaçınılmaz ve doğal olarak eski paradigmalara angaje olmuş yetişkinler tarafından geliştirilen uygulamalar özellikle genç beyinler üzerinde çok yanlış ve zararlı etkilere neden olabilir.
Gerek internet filtresi gerekse teknolojik sınıfların gündemde olduğu şu günlerde, mutlak doğruları tahmin etmekten bile çok uzak olduğumuz bilinciyle, her uygulamaya kuşkuyla yaklaşmak ve enine boyuna tartışmak gibi bir sorumluluğumuz var genç beyinlere karşı.
KÜRESEL
EĞİTİM VE TEKNOLOJİDE “EN KÖTÜ” ANALİZİ
Geçtiğimiz 3 Eylül günkü New York Times gazetesinde, ilk ve orta öğretimde bilgi teknolojilerinin Amerikan okullarındaki öğrenciler üzerindeki etkileri hakkında uzun bir inceleme yayımlandı. Farklı bölgelerde, çok sayıda okulda ve yıllar boyunca toplanan verilerin analizinden kesin sonuçlar çıkarmak mümkün değil. Hatta bazı sonuçlar çelişkili. Bir istisna var: Okullarında bilgi teknolojilerinden yararlanan öğrencilerin zaman içerisinde standart sınavlardaki notlarının yükselmediği, hatta aynı sınavlarda bu teknolojilerden yararlanmayan öğrencilerden daha yüksek notlar almadıkları görülüyor. Oldukça dikkat çekici olan bu sonuca da şöyle itiraz edilebilir: Bu standart sınavlar, öğrencilerin 21. yüzyılda, bilgi çağında sahip olmaları gereken bilgi ve yetenekleri ölçmüyor olabilir.
Nedir 21. yüzyılda, bilgi çağında öğrencilerin sahip olması gereken bilgi ve yetenekler? Bu sorunun yanıtını bilmiyoruz. Bilgi teknolojilerinin sınıflarda kullanılması için “en iyi uygulama” (best practice”) nedir? Bunu da bilmiyoruz. O zaman ne yapmak gerekir? Kullanılmasın mı bilgi teknolojileri eğitimde?
İşte bu soruya yanıt arayan bir araştırmacı, Dünya Bankası blogunda “en iyiyi bilmiyorsak da, şimdiye kadar dünyanın çeşitli yerlerindeki uygulamalara bakarak en kötüyü görmek mümkün” diyerek, “en kötü uygulama analizi” (worst case) yapmış ve şu listeyi oluşturmuş (http://blogs.worldbank.org/edutech/worst-practice):
1. Okullara teknoloji donanımın gönder, her şeyin iyi gideceğini um
2. OECD ülkelerinin ileri düzeyde olanlarda geliştirilen tasarımları al ve uygula
3. Önce teknoloji donanımını gönder, sonra eğitsel içeriği düşün
4. İçeriği bir yerden ithal edebileceğini varsay
5. İzleme, ölçme ve değerlendirme yapma
6. Bir teknolojiye, yazılıma, satıcıya kilitlenmemeyi baştan planlama
7. Sadece ilk satınalma maliyetleri ile ilgilen, zaman içerisindeki bakım, yenileme gibi maliyetleri hesaba katma
8. Öğrenciler arasındaki olanak eşitsizliğini umursama
9. Öğretmenlerin sürekli almaları gereken hem teknolojik hem de pedagojik eğitimi ihmal et
Bu listeye ben de bir ekleme yapayım: Yapılan uygulamanın ciddi yanlışlıklar içerebileceğinden kuşku duyma, “kesin inançlı” ol.