CLINTON’UN “İNTERNET ÖZGÜRLÜĞÜ” PROJESİ
KÜRESEL
Geçen yılın Ocak ayında ABD Dışişleri Bakanı Hillary Clinton, bazı ülkelerin elektronik sınırlama ve sansür ile ördükleri sanal duvarları, soğuk savaş yıllarının Berlin Duvarı’na benzetmiş ve İnternet Özgürlüğü projesi ile bu duvarların yıkılması için destek sağlayacaklarını belirtmişti.
Gerek bu tartışmalı proje üzerine gerekse internet teknolojilerinin özgürlük ve demokrasinin yaygınlaşmasına katkısının ne olabileceği üzerine en etraflı ve gerçekçi inceleme, araştırmacı yazar Evgeny Morozov’un “The Net Delusion: The Dark Side of the Internet Freedom” (“Ağ Kuruntusu (Delüzyonu): İnternet Özgürlüğünün Karanlık Yönü”) kitabıdır. Clinton’un konuşmasından bir yıl sonra, 6 Ocak 2011’de yayımlanan bu kitaptaki iddialar şöyle özetlenebilir: Tüm dünyada internet (1) daha çok eğlence amaçlı kullanılıyor, (2) aşılması çok zor bir şekilde sansür edilebiliyor, (3) Batı dünyasına husumeti olan ülkelerin hükümetleri ve bireyleri tarafından propaganda amaçları için kullanılıyor, (4) totaliter yönetimlerde, muhalifleri izlemek için kullanılıyor. Ayrıca, güç odaklarının internette daha etkin olabildiği, dolayısıyla özgürlük ve demokrasiyi yaymak için sanıldığı kadar güçlü olamayacağı iddia ediliyor. Silikon Vadisi’nin teknoloji şirketlerinin de bir parçası olduğu “İnternet Özgürlüğü” projesinin anlamlı ve başarılı olması bir yana, Amerika’nın yeni emperyalist politikası olarak görülüp ters tepki yaratacağını belirtiyor Morozov.
Tam da bu kitabın yayımlandığı sıra, Edip Emin Öymen’in de BThaber’de (Sayı:804, 17-23 Ocak 2011) yazdığı gibi, internet sansürünü kırmak için yapılacak Ar-Ge için Amerikan yönetimi 30 milyon dolar kaynak ayırıyor.
15 Şubat 2011 günü Hillary Clinton proje üzerine ikinci konuşmasını yaptı. Konuşmada, interneti 21. yüzyılın genel halk alanı olarak gördüğünü; dolayısıyla bu alanın özgür ve açık kalmasını öncelikli bir dış politika olduğunu tekrar vurguladı. Muhtemelen Morozov’un kitabındaki itirazlara yanıt olarak da, internetin özgürlükçü çabaların mı yoksa baskı yaratanların mı daha çok işine yaradığı üzerine tartışmanın anlamsızlığına işaret ediyor. Sayısal halk alanı olarak internetin insanlık için yararlı bir ortam olabilmesi için ülkeler ve ilgili şirketler arasında görüşmeler yapılmasını istiyor. Ayrıca, totaliter güçlerin internet üzerindeki baskısını kaldıracak teknolojilerin geliştirilmesi ve paylaşılması için de 25 milyon dolar kaynak ayrıldığını açıklıyor.
Türkiye’nin bu konuda tartışmayı kendi içinde yaparak bir uzlaşıya varması, sonra da uluslararası platformlarda etkin bir şekilde görüşünü savunması gerekiyor.
BİREYSEL
NE OLACAK BU BİREYİN HALİ?
Sosyal ağlardaki birey özsever mi (narsizik mi)? Sanal veya gerçek ortamlarda bireyin dikkat çekmek ve beğenilmek istemesi doğal. Buna özseverlik (narsizizm) demek abartı olur. Özsever eğilimi olan bir birey için sosyal ağlar bir araç oluyor demek daha doğrudur. Fakat, sosyal ağların bireyi özsever yaptığı veya sadece, hatta büyük ölçüde özsever bireyler tarafından kullanıldığı gibi iddialar, sansasyon değeri dışında bir değer taşımıyor. Ayrıca, sosyal ağlar yaygınlaşmadan da, Y-kuşağı denen şimdiki gençlik arasında anlık ödül düşkünlüğünün ve benmerkezciliğin yaygın olduğu genel olarak kabul ediliyordu.
Sosyal ağları kullanan, internet oyunları oynayan bireyin beyninde ne gibi değişiklikler oluyor? Bu konuda Oxford nöroloji profesörü, Barones Susan Greenfield’in yankı yapan iddiaları şöyle: Dikkat verebilme süresinin kısalması, zayıf ve belirsiz kimlik, sansasyonelliğe düşkünlük ve empati duyma yeteneğinin gelişememesi. Kısacası, 21. yüzyıl yetişkinin beyninin küçük bir çocuk beyni gibi işleyeceği iddia ediliyor. İnternet oyunlarına ve sosyal ağlara verilen zaman nedeniyle kitap okunamamasının da bu olumsuzluklara katkı koyduğunu iddia eden Greenfield’in ilginç bir gözlemi var: Oyunlarda, amaç puan kazanmak olduğuna göre, ödül için prensesi kurtarmaya odaklanan genç, prensesin kendisi ile ilgilenmediği için ona empati de duyamıyor; oysa, kitap okumanın ödülü, öyküdeki duyguları anlamak ve hissetmek olduğu için, odakta prensesin kendisi vardır. Dolayısıyla, anlık reflekslerin egemen olduğu internet oyunu sırasında bireyde empati duygusu gelişemez.
Greenfield’ın taraftarları olduğu kadar, karşıtları da var. Karşıtlarının temel itirazı, bu iddiaların bilimsel değil sezgisel olduğudur; fakat, karşı bir tez de ortaya konmuş değil. Hem karşıtlar hem de taraftarlar arasında genel kabul gören dört görüş öne çıkıyor: (1) Beynin çevresel koşullardan etkilendiği; (2) bu etkinin belirlenmesinin önemli bir araştırma konusu olduğu; (3) etki ne olursa olsun, bu konuda hükümetlere önemli görevler düştüğü; (4) çözümün interneti sınırlayıcı regülasyonlardan çok eğitsel, kültürel ve toplumsal politikalarla aranması gerektiği.
Sosyal ağlar, bireyin mutsuz olmasına mı neden oluyor? Stanford Üniversitesi’nin Psikoloji bölümünde bir araştırmacı, etrafındaki yüksek lisans ve doktora öğrencilerinin Facebook’ta gezinip, akranlarının çekici fotoğraflarını, etkileyici özgeçmişlerini ve neşeli yorumlarını gördükten sonra mutsuzlaştıklarını gözlemler. Bunun üzerine yaptığı araştırmanın sonuçlarını geçen ay yayımlanan bir bilimsel makalede (“Misery Has More Company Than People Think,” Personality and Social Psychology Bulletin) açıklar. Sonucu halk diliyle özetlemek gerekirse, “komşunun tavuğu komşuya kaz görünür” diyebiliriz. Biraz daha entelektüel açıklama ise, 21. yüzyılın önemli felsefecilerinden Kierkegaard’ın şu sözüyle zaten verilmişti: “kıyaslama (karşılaştırma) eylemi, mutluluğun terki ve memnuniyetsizliğin başlangıcıdır.”
Sosyal ağlar, bireyin yalnızlaşmasına mı neden oluyor? MIT profesörü Sherry Turkle “Alone Together” (“Beraberce Yalnızız”) isimli kitabında, 20 yaşın altında bir gencin kendisine “Facebook’da olmak, bir tiyatro oyununda olmak gibi. Bir karakter yaratıyorsunuz” dediğini yazar. Gençlerin, Facebook profillerini sürekli değiştirerek kendilerini daha fiyakalı (“cool”) gösterme gerginliği içerisinde olduğunu belirten Turkle, bu çabanın gençleri kendi kendilerine yabancılaştırdığını ileri sürer. Sosyal ilişkileri daha yaygınlaştırıcı olan teknolojilerin, aslında samimi ve derinliği olan ilişkiler kurulmasını önleyerek, bireyi yalnızlaştırdığını savunur.
Amerikan toplumu, Anglo-Sakson kültürü için yapılmış olan bu araştırmaların sonuçları ülkemiz bireyi için geçerli midir? İnternet teknolojilerinin ülkemiz bireyi üzerindeki etkileri nelerdir? Bu soruların yanıtı, geliştirilmesi gereken politikalar açısından olduğu kadar, ülkemizde geliştirilecek hizmetler ve ürünler açısından da önemlidir.
Teknolojinin bireyle ilgili yarattığı tüm bu yukarıdaki olumsuzluklar yetmiyormuş gibi, insan egosuna bir darbe de IBM Watson’dan geldi! IBM’in anlayan, öğrenen ve yorumlayan bilgisayarı Watson, Jeopardy (Riziko) oyununda iki bireye karşı yarıştı: Daha önce bu yarışmayı arka arkaya 74 kez kazanan Ken Jennings ve yarışmadan 3,3 milyon dolar kazanarak bir rekora imza atmış olan Brad Rutter. Üç gün süren (14-16 Şubat), 1 milyon dolar ödüllü bu yarışmayı, büyük bir farkla Watson kazandı! Gerçi, bilgisayarın insana karşı yarışmada ilk kazanışı değil. 1997 yılında IBM’in Deep Blue bilgisayarı, Dünya satranç şampiyonunu Gary Kasparov’u yenmişti. Fakat, bu iki yarışma arasında çok önemli bir fark var: Satranç ne de olsa matematiksel muhakemeye dayanıyor; Jeopardy ise sözel yeteneklere yani anlama, öğrenme ve yorumlama yeteneklerine dayanıyor. Bilgisayar teknolojisindeki bu önemli başarının insan yaşamında yaratacağı etkiler incelemeye değer.