Çok Güzel Kutu Çizerim
Çok moda şu sıralar hadi “çevik dönüşelim”. Nasıl yapalım peki bu dönüşümü? “Çevik yapalım”. Yani adı üzerinde “çevik” şimdi biz yavaş yavaş dönüşürsek olmaz, işin doğasına aykırı. Benim yaşımda olanlar bilir “Değiş Tonton” diye bir çizgi film vardı. Çok severdim, şekilsiz bir yaratık var ama ne zaman neye ihtiyaç varsa onun şeklini alıyordu. Araba, lamba, şemsiye, şişe, televizyon ve daha neler neler. Çok da çevik dönüşürdü. Galiba bu çizgi filmin etkisinde çok kaldık ve sanılan o ki “dönüş organizasyon” deyince hop dönüşülüyor.
Hop deyince dönüşülmüyor efendim, ben gördüm daha da doğrusu bizzat buna mesai harcadım. Ne mi yaptık? Anlatayım.
Oturduk önce güzel kutular çizdik. Buna zaman harcadık, baktık kutular yetmedi borular çizdik. Şahane bir sunum sayfası oldu. Animasyonlu, bir tıklıyorsun insan ikonu geliyor, bir tık bir kaos ortamı, bir tık daha düzenlenmiş bir ortam ve dönüştük. İyi de! Sadece kağıt üzerinde dönüştük gerçek hayatı da var bunun dedik, sıvadık kolları.
İşin 3 ana bacağı çok net görünüyordu. Süreç, sistem ve insan (işin içinde ben olurum da insan başlığını oraya ekletmez miyim değerli okuyucu? Eklerim, ekledim de).
Süreç bacağında; işleri grupladık önce, takımları oluşturduk, yine kutular, fakat kutular boş değil bu defa içlerinde insan isimleri yazıyor. Biraz şekillendi ama hala kağıt üzerindeyiz. Sistem bacağı en kolay bacaktı. Çünkü sistem bu, alırsın uyarlarsın çalışır. Çalışmazsa biraz daha uyarlarsın o zaman çalışır. Ve insan bacağı; en çekindiğim alan. Bu alan için uzman bir psikologla çalışma kararı aldık ki sanırım teknik bir konuda psikolog desteği almış tek organizasyon olabiliriz.
İzniniz olursa bu konuya farklı bir açıdan biraz değinmek isterim. Yabancı menşeili kişisel gelişim kitapları hep 7 ya da 8 maddede bir şeyler anlatır. Ben hiçbirisini sevmem hatta bazılarını okuduğum zamana da acırım. Neden? Çünkü beni tanımıyor (yanlış anlamayın bu bir aşırı özgüven cümlesi değil) seni de tanımıyor, iş arkadaşlarını da tanımıyor yani bizim mahalleden kimseyi tanımıyor. Biz ne ile coşarız? Neye üzülürüz, neye sinirleniriz? Bizim milletimizin bir olay karşısında duygu gösterme eşiği nedir? Adam Amerika’nın doğasına göre kitap yazıyor biz “Liderliğin 7 Sırrı” diye okuyoruz. Adamın da suçu yok o “ben tüm dünya insanlığı için yazıyorum” demiyor ki. Yani bir Amerikalı ile bir Türk’ün olaylara bakışı aynı değil. Diyor ki yazar “vazgeçmeyi bil” Amerikalı vazgeçince yöneticisi vardır bildiği diyor güveniyor, bizim özgüven bozuk olduğu için vazgeçene işini yapmadı diye nutuk çekiliyor.
Dönüşüm de böyle; yap dönüşümü yap da insanına deniz aşırı uygulamalarla yaklaşma çünkü o senin insanın, sensin yani. İşim elden gidiyor diye korkuyor hala vazgeçmeyi bilmelisin diyorsun “hadi gel kolaysa sen vazgeç” der çünkü bünye.
Bir de kutular çok güzel durur sunum üstünde ama farkında olmadığımız konu biz aslında o kutuların içine insan koyuyoruz ve sonra diyoruz ki onlara” sizin kutunuz bu”. Adam artık kutu içinde dışarıyı göremiyor ki. Sonra da diyoruz ki sadece kendi fonksiyonunu düşünme, büyük düşün. Yahu koydun beni bir kutunun içine büyük düşünsem ancak kutunun sınırını görebiliyorum. Benim dünyam beni içine koyduğun kutu kadar. Ama sen büyük düşün diyorsun gerçi böyle de demiyoruz, ne diyoruz “Out of box” şu cümlenin güzelliğine bakar mısınız? Geçen bir “out of box” baktım vallahi portremi yaptılar bakarken.
Bir arkadaşımla buluştuk, şirketlere dönüşüm danışmanlığı yapıyor, bir sayfaya geldi, kutulu sayfa gayet hoş. Sordum “dönüşümün sence en kritik rolü nedir?”. Sayfanın en başındaki kutuyu gösterdi ve “sponsordur” dedi. Öncelikle bu dönüşümü istemeli sponsor, kararlı olmalı, önüne engeller geldiğinde o engellere rağmen başarmayı düşünmeli. Çünkü zamanı gelir bütçe biter, heves kırılır, hadi yahu çok uzadı bitirin der birileri, proje paydaşları direnir orada sponsor kararlı olmazsa bu iş olmaz. Doğru önemlidir sponsor ama sponsordan daha kıymetli olan bir rol daha vardır ki o da en altta gösterilen çalışanlar kutusudur. Yani dönüşüm işlerinde yukarıdan aşağı kararlılık çizgisi inerken aşağıdan yukarı doğru da sahiplenme çizgisinin yükselmesi gerekir.
Ne iş yaparsanız yapın çalışan işi sahiplenmezse başarısız olursunuz. Dilediğiniz kadar güçlü sponsor olun, paranız, zamanınız olsun çalışanın önemini unutmamalısınız. Nerede kaybediyoruz biliyor musunuz? Kutular, bütçeler, danışmanlar, zaman, süreçler, oklar, sunumlar hepsi çok güzel ama çalışandan kopup onu bir kutuya koyduğumuz an kaybediyoruz.
Artık eskilerde kaldı üretim bandını verimli çalıştırmak için vidalarının sıkıldığı, parçaların yağlandığı, penseyi en yakına koyduğumuz günler. Sene 1930’lardı iş yaşamında fiziksel koşulların etkisi yanında insani ilişkilerin de çok önemli olduğunun keşfedilmesi (Hawthorne Etkisi). Yönetimde “Neo Klasik” dönem dediler insan ilişkilerinin iş yaşamında çok önemli olduğunu keşfettiklerinde. Tamam biz pek adapte olamadık tarım toplumundan sanayi toplumuna oradan da hızla teknoloji toplumuna geçerken ama artık insanın ne kadar önemli olduğunu anlamamız lazım. Anlamadığımız ve kutular çizip onu uygulamaya çalıştığımız ve “niye olmuyor” diye dizlerimizi dövdüğümüz zaman çocukluk hatırası şu dizeleri hatırlayalım olur mu?
Kutu kutu pensee
Elmamı yerseee
Arkadaşım “yöneticiiii”
Çalışanı görseee