Fatih-1
Şubat’ta FATİH Projesi’nin ilk uygulamalarını göreceğiz. Bu proje, eğitim teknolojilerinin yetersiz kalması karşısında bir pazar gereksinmesine çözüm olarak ortaya konulmadı. Daha çok, “müşterinin farkında olmadığı gizli isteklerinin pazarlamacılar tarafından fark edilip yanıtlanması” benzeri bir düşüncenin ürünü. Sektör olarak, böyle, pazarın önünde koşan bir hedef, hepimizin rüyalarını süslemeli. Dahası, 8,5 milyar TL büyüklüğünde bir kamu alımı söz konusuysa, arayıp da bulamadığımız bir nimet olmalı.
Gözlediğim kadarıyla, bu büyük pastanın paydaşları, olayın bütününden çok, kendi ilgi alanlarına odaklanıyor ve daha çok teknolojiler içinde sınırlı kalıyorlar. Günümüze kadar yapılmış hemen tüm e-Devlet projelerinde olduğu gibi, burada da, baskın mantık, mevcut sistem içerisinde durmak ve onu teknoloji ile donatmak düzeyinde kalıyor. Halbuki, e-Devlet projeleri ile sanayisini kalkındıran ABD, işin teknolojisinin yanı sıra, işlevini de ele alıp bunu teknolojinin sağlayacağı olanaklar ile yeniden tasarlayarak başarıya ulaştı. Aksi durum için meşhur söz: “if you automate a mess, you get an automated mess” idi. Biz, bürokrasiyi sadeleştirmeden, teknolojinin nimetlerinden yararlanmadan, ekranın arkasına sakladık. FATİH Projesi’nde de gidiş o yönde görünüyor.
Sizlere, izleyen birkaç sayıda, “arkası haftaya” şeklinde, FATİH Projesi’nin çocuklarımıza, gençlerimize en üst düzeyde yararlı olabilmesi için düşüncelerimi aktaracağım. Sektörün elde edebileceği yeni iş alanlarını da bu bağlamda aydınlatmayı umuyorum. İlk değineceğim yerlileştirme:
Donanım ya da yazılım, eğer fikri mülkiyetini yerlileştirmiyorsanız, “yerli yapalım daha ucuz olsun” beklentisini karşılamayacaktır. Türkiye’de ürettiğinizde büyük olasılıkla o ürünün devlete satış bedeli, ithal olanından daha yüksek olacaktır. Buna akıllı tahta, büyük ekran, tablet, telsiz erişim dâhil. Hattâ, tabletin işletim sistemi, üzerindeki uygulamalara da. Kalan iki aydan az sürede de herhangi bir alanda fikri mülkiyetin yerlileştirilmesi mümkün görünmüyor.