Geçen Hafta Küresel Ekonomi Hakkında Ne Okudum & Ne Anladım
Tarafından 15 Haziran 2020
0
886 Görüntülemeler
Merhaba,
01 – 05 Haziran haftası için Geçen Hafta Küresel Ekonomi Hakkında Ne Okudum & Ne Anladım aşağıda arz-ı endam ediyor ve bunları okurken de şunu dinlemeniz öneriliyor: https://youtu.be/TZlI5AUCxkg (Cuatro Vientos – Danit).
- The Economist’den “Japonya ekonomi politikalarının sınırlarını zorluyor– Japan probes the limits of economic policy” (https://www.economist.com/finance-and-economics/2020/06/04/japan-probes-the-limits-of-economic-policy) adlı makale veya MUTLAK HUZUR MEZARDADIR; Japonya’nın krizden önce zaten başlatıp krizle iyice abarttığı genişleyici para ve maliye politikalarının işe yarayıp yaramadığını ve diğer ülkelere örnek olup olamayacağını konu alıyor.
- Makale; 1990 Japonya’sının dikkatsiz makroekonomi yönetiminin nasıl büyük sorunlara yol açabileceği hususunda küresel bir ders teşkil ettiğini, zayıf büyümeye karşı uyguladığı düşük enflasyon ile sıfıra yakın faiz oranlarını artırma politikasının 2000’lere gelindiğinde diğer zengin ekonomilerde de uygulanmaya başladığını anlatarak başlıyor. Japonya’nın bu süreçte makroekonomik politikaların sanıldığı kadar sınırlı olmadıklarını gösterdiği ve salgınla durgunluğu artan bu yeni dünyada bu “genişlemeci taşkınlığı “daha da ötelere taşıdığı aktarılıyor. Japon Hükümetinin Mayıs sonlarında yaptığı açıklamayla 2020’de ekonomiye GSMH’nın %40’ı gibi rekor bir düzeyde destek sağlayacağını açıkladığı, kredi teminatlarını da içermesi nedeniyle desteklerin bütçeye etkisinin %40’lık düzeyin altında olacağı ve ama buna rağmen bu radikal politika ile ne kadar kamu borçlanmasının yapılabileceğinin ve bununla neler başarılabileceğinin yedi düvele gösterileceği söyleniyor.
- Japonya’nın salgında aldığı hasarın oldukça düşük kaldığı, Hükümetin virüse karşı harekete geçmedeki isteksizliğine rağmen enfeksiyonun yayılmasını durdurmada diğer gelişmiş ekonomilerden daha başarılı olduğu ve ama salgının ekonomik etki dönemine diğer ülkelerden daha kötü bir pozisyonda girdiği aktarılıyor. Bu çerçevede; Hükümetin 2019 Sonbaharında kamu maliyesini düzeltmek için getirdiği tüketim vergisi artışının harcamalarda ciddi bir düşüşe neden olduğu, 2019’un son çeyreğinde %7,1 ve 2020’nin ilk çeyreğinde de %3,4 küçüldüğü ve üstelik ikinci çeyrekte dünyanın kalanı gibi daha büyük bir küçülme beklediği hatırlatılıyor.
- Bu dönem boyunca Japon Merkez Bankasının parasal genişleme ile ekonomiye destek verdiği, 2012’de göreve gelmesinden beri Başbakan Shinzo’nun ekonomiyi canlandırma çabalarını sürdürdüğü ve 2016’da devreye sokulan getiri eğrisi kontrolü politikası ile devlet tahvili getirilenin %0 ile sınırlandırıldığı anlatılıyor. Ayrıca Japon Merkez Bankasının ihtiyaç halindeki firmalara acil krediler kullandırdığı ve zaten GSMH’nin %110’una ulaşmış şişkin bilançosunu 600 milyar dolarlık varlık satın alarak daha da şişirdiği ifade ediliyor.
- Ekonomiye sağlanan mali desteklerin ise daha da yüksek olduğu, Shinzo’nun Nisan ayında GSMH’nın %20’sine denk 1,13 milyar dolarlık destek açıkladığı ve Mayıs ayında da yine aynı büyüklükte yeni bir destek paketini devreye aldığı anlatılıyor. Bunun 2020’de hükümetin GSMH’nın %40’ı kadar borçlanacağı ve hükümet gelirlerinin %50’sinin de da borçlanma kaynaklı olacağı anlamına geleceği açıklanıyor. Böylece artan borçlanma ve zaten düşük üretimin, Japonya’nın kamu borcunun GSMH’ya oranını mevcut zaten çok yüksek %240’ın daha da üzerine çıkaracağı anlatılıyor.
- Ancak bu önlemlerin şimdilik işe yaradığı; hisse senetlerinin Mart ayındaki düşük değerlerinin Haziran’a kadar istikrarlı bir şekilde arttığı, Japon Merkez Bankasının borsada işlem gören fonlarının da bu yükselişten kısmen nasiplendiği, devlet tahvili alımlarının yavaşlamasına rağmen yenin istikrarını koruduğu ve ekonominin sürdürülebilirliği konusunda ilave bir endişenin doğmadığı belirtiliyor. Yatırımcıların Japonya Hükümetin bu şekilde borçlanmasını önemsememesinin diğer zengin hükümetleri de rahatlatabileceği, zira 2008 küresel krizinden bu yana önerilen büyük hükümet borçlanmalarının sanıldığı kadar kötü bir etki yapmadığını diğerlerine gösterdiği ve dolayısıyla haydi “hep birlikte ve çoook borçlanalım” kampanyasının başlayabileceği söyleniyor.
- Yine de Japonya’nın olumlu deneyimine fazla güvenmemek gerektiği, konunun sadece ne kadar borçlanabileceğiniz değil aldığınız borçların ne kadarını sosyal programları finanse etmek için kullanacağınız olduğu anlatılıyor. Japonya’da hanehalkı ve firmaların çok düşük harcamaları ile az yatırım yapıp çok tasarruf eden, yani net tasarruf sahibi bir ülke olduğu, bunun kalıcı bir sorun olduğu ve aynı zamanda ülkenin çok fazla borç almasını mümkün kıldığı aktarılıyor. Bu az harcamanın bir nedeninin ülkenin yaşlı nüfusu olduğu, yaşlı nüfusun harcamaktan ziyade tasarrufu tercih ettiği ve bunun da firmaların yatırım yapma cesaretini kırdığı söyleniyor. Ama yaşlı hanehalkına ek olarak firmaların da coşkulu bir şekilde tasarrufa gitmesi; eksik reformların, yetersiz hırs duygusunun, ülkenin kapasitesinin kullanılamamasının ve göçmenler için cazip bir durak olamamasının bir göstergesi olarak işaret ediliyor. Nihayetinde Japonya’nın dünyanın kalanına hakikaten de sürdürülebilir görünen bir ekonomi politikası örneği gösterdiği, ama bunun aynı politikanın diğer ülkeler tarafında da uygulanabileceğini falan göstermediği belirtiliyor.
- Makale; parasal genişlemenin kendileri yaşlı-korkuları engin-risk kapasiteleri düşük gelişmiş ekonomi insanlarında istenen etkiyi, yani yaşama aşkını ve üretme iştahını artırmayı pek beceremediğini bir güzel anlatıyor. Literatüre likitide tuzağı olarak girmiş aşırı tasarruf-(makarna dâhil) istifleme alışkanlığının bu ülkelerde hem birey hem de firma bazında sağlıklı bir ekonomik döngü için gerekli tüketim ve yatırımı engellediği, çok yüksek tasarrufun kolaylıkla borçlanmayı sağlayarak öyle-böyle dünyalarını döndürdüğü ve ama yatırımı-üretimi-tüketimi olmayan bu dünyanın pek bir uyuz ve ölü toprağı serilmiş bir yer olduğu aktarılıyor. Sonuçta parasal genişleme denen makroekonomik politikanın tek başına krizden çıkmayı falan sağlayamayacağı, geçtik bunu mali genişlemenin dahi insanlarda hayata karşı bir sınanma-şölen-aşk duygusu falan yokken işe yaramayacağı ve dolayısıyla büyümenin ancak coşkuyla hayata bağlanmış, yani taşınacak su-yakılacak ateş arayan gerçek-organik-ölüme de inanan insanlarla mümkün olabileceğini söylemiş oluyor. Bize de sadece ekonomik büyüme için değil bizatihi yaşamak için gerekli bu insan tiplerinden biri olup yine bu tiplerle yoldaşlığı dilemek, diğer insanları da de ivedilikle hayatımızdan şutlamak düşüyor.
- Project Syndicate’den “ABD’nin Hızlı Toparlanması Yanılsaması – The Illusion of a Rapid US Recovery” (https://www.project-syndicate.org/commentary/united-states-economy-illusions-of-reopening-by-james-k-galbraith-2020-06) adlı makale veya MAHŞERİN DÖRT ATLISI; ABD’de başladığı iddia edilen hızlı toparlanmayı çok sert bir şekilde eleştiriyor ve yalanlıyor.
- Makale; ayrımcılık ve ırkçılığa karşı protestolarla sallanan ABD’de türlü ekonomistin ülkenin tarihindeki en başarılı ekonomik performansa sahip olacağı şeklindeki öngörülerini zikrederek meselesine giriyor ve Trump’ı Kasım ayındaki seçimlerde devirmeyi uman Demokratların planlarını sükûta uğratacak gibi duran bu öngörüleri analiz etmeye koyuluyor.
- Bu öngörülere göre ABD’de GSMH’nın ikinci çeyrekte %12 düşmesinin, ama üçüncü çeyrekte %5,4 büyümesinin beklendiği ve bunun da üçüncü çeyrek üzerinden yıllık %23,5’luk bir büyüme anlamına geleceği aktarılıyor. Mayıs ayında olumlu gelişmeler gösteren istihdamın bunun mümkün olduğunu gösterdiği, keza ikinci çeyrekteki daralmanın da tahminler kadar kötü olmayabileceği söyleniyor. Ancak bunlar olsa bile Kasım seçimlerine Trump’ın 2020 ilk çeyreğine göre %7 küçülmüş bir ekonomi ve %10’luk bir işsizlik oranı ile gireceği kaydediliyor. Sonra üçüncü çeyreğe ilişkin iyimser %5,4’lük büyümesinin gerçekleşmesi durumunda ne olacağı hususuna geçiliyor.
- Ana akım ekonomistlerin değerlendirmelerinde, salgının deprem veya 11 Eylül olayları gibi büyük bir ekonomik şok olarak tanımlandığı söyleniyor. Bu değerlendirmelerde ABD’nin tekrar büyümesini sağlayacak şeyin de tüketicileri yeniden harcamaya yöneltecek güven artışı olarak işaret edildiği kaydediliyor. Ancak, 1960’larda geçerli olabilecek bu değerlendirmenin; (1) Küreselleşme, (2) Tüketim ve İstihdamda Hizmetlerin Payının Artması ve (3) Hanehalkı ve İşletmelerin Çok Yüksek Borçları nedeniyle artık geçerli olmadığı söyleniyor.
- ABD ekonomisinin 1960’larda küçük ve çok sıkı regüle edilmiş bir finans sektörüne sahip olduğu, tüm teknoloji seviyelerinde (yüksek-orta-düşük) hem hanehalkı hem de işletmeler için mal üretebilen dengeli bir yapıda olduğu ve esas olarak emtia dışında pek fazla bir şey de ithal etmediği hatırlatılıyor. Bugün ise ABD ekonomisinin havacılık, bilgi teknolojisi, silahlar, petrol sahası hizmetleri ve finans gibi sektörlerde tüm dünya yatırım malları ve hizmetleri ürettiği; giyim, elektronik, otomobil ve otomobil parçaları gibi tüketim mallarını 50 yıl öncesine kıyasla çok daha fazla ithal ettiği kaydediliyor. 1960 ekonomisinde tüketici talebinin otomobiller, televizyonlar ve ev aletlerinde olduğu, oysa bugün talebin restoranlara, barlara, otellere, tatil yerlerine, spor salonlarına, salonlara, kafelere, dövme salonlarına, üniversite eğitimine ve doktor ziyaretlerine yöneldiği anlatılıyor. Talepteki ve arzdaki bu değişimin on milyonlarca ABD’linin artık imalat sektörlerinde değil hizmet sektörlerinde çalışmasına yol açtığı belirtiliyor.1960 ekonomisinde hanehalkının tüketim harcamalarının artan ücretler ve özkaynaklarla finanse edildiği, bugün ise 2000’lerden beri ücretlerin yatay gitmesi sonucu bu harcamaların ancak kişisel ve kurumsal borçlarla finanse edilebildiği anlatılıyor.
- Ana akım ekonomistlerin değerlendirmelerinde 1960’lar ve bugünkü ABD ekonomisi arasındaki bu yapısal farklılıkları pek dikkate almadıkları, yatırımları gelir & arzuyla güdülen tüketici taleplerine cevap olarak tanımladıkları, tüketici taleplerinin gerekli/mecbur alınacak ve gereksiz/krizde alınmayacak gibi bir ayrıma tabi tutulmadığı ve tüketicilerin borç yüklerine de bakılmadığı söyleniyor. Ayrıca bu değerlendirmelerde bel bağlanan ABD yapımı sermaye mallarına olan küresel talebin düşeceği, yani uçakların çoğu havaalanlarında pineklerken kimsenin ABD’den yeni uçak falan satın almayacağı, hatta ABD içinde bile inşaat ve petrol talebinin dramatik bir şekilde düşeceği ekleniyor.
- Salgınla birlikte büyük bir belirsizlikle karşı karşıya kalan ortalama ABD tüketicisinin daha fazla tasarruf edip daha az harcayacağı, Hükümetin mali desteklerinin kısa vadeli olduğunun gayet farkında olduğu, ne zaman işten çıkartılacağı veya zaten işten çıkartılmışsa ne zaman iş bulacağı hakkında hiçbir fikrinin olmadığı ifade ediliyor. Yine ortalama ABD tüketicisinin zorunlu ihtiyaçları ile istekleri arasında ayrım yapmayı bittabi bildiği, istek sınıfındaki dışarda yemek ve seyahat etmek için para harcamayacağı, dolayısıyla restoran ve ulaştırma sektörlerinin uzun süre bellerini doğrultamayacağı ve bu sektörlerde çalışan Amerikalıların da uzun süre iş falan bulamayacakları anlatılıyor.
- Bu arada kira, ipotek ve kamu borçları ile eğitim ve araç kredileri ile birlikte ABD hanehalkının borcunun arttığı, bazı desteklerle temerrüde düşme oranının hala düşük bir düzeyde tutulabildiği, ancak gelirlerin uzun vadede düşük kalacağı öngörüsünün insanları harcamadan çok tasarrufa iteceği, ayrıca düşen vergi gelirleri nedeniyle kamunun da daha az harcayacağı söyleniyor.
- Anlatılan bu sorunun Trump’dan değil son 50 yılda ABD ekonomisindeki yapısal değişimden kaynaklandığı vurgulanıyor. Bu yapı; (1) Yüksek teknolojili mal ve hizmetlere dayalı üretim ve ihracat, (2) Basit tüketici talepleri için ithalat, (3) Sürekli büyüyen hanehalkı ve işletme borçları ile özetleniyor. Bu yapı ve bileşenlerinin birçok açıdan başarılı olduğu ve milyonlarca Amerikalıya iş-aş sağladığı, ama nihayetinde çerden çöpten bir yapı olduğu ve salgının bir üfürüşüyle de darmaduman olduğu zikrediliyor.
- İşbu gerçekler nedeniyle “Amerika’yı Yeniden Aç” kampanyasının ekonomik ve politik bir fanteziden ileri gidemeyeceği, Trump’ın göz kamaştırıcı büyüme rakamları için iştahlandığı ve baz etkisiyle bunun kısacık bir süre için mümkün olabileceği, ancak ardından büyük bir hayal kırıklığının yaşanacağı söylenerek makale nihayete erdiriliyor.
- Makale; ekonomideki mahşerin 4 atlısını şöyle tanımlıyor: (1) Fazla serbest ve büyük finans sektörü, (2) Ancak çok iyi eğitilmiş ve çok az sayıdaki beyaz yakalıya istihdam sağlayabilen büyük işletmelerden müteşekkil yüksek teknolojili imalat sektörü, (3) Krizlerde lüks sınıfına sokulabilecek şeyler üreten ve bu yüzden çalışanlarına fiili iş garantisi sunamayan gereksiz büyük hizmet sektörü ve (4) Hizmet sektöründe azıcık para kazanan fertleriyle hanehalkının ve büyük işletme olmadığı için azıcık kâr elde edebilen küçük işletmelerin arttıkça artan borçları. İnsanların kahır ekseriyeti için daha mutlu ve müreffeh bir hayat demek olmayan kârlılık ve verimlilik amaçlarını baş tacı ettiğinizde bu “süvari sürüsünün” sizi ziyarete gelmesi kaçınılmaz oluyor. Sürdürülebilirlik ve güvenlik ise alternatif ajandanın başında yazan kelimeler oluyor ve bu ajandayı takip edenler sürü kelimesini sadece “bir sürü dost ve güzel hatıra” falan demek için kullanıyor.
- The Economist’den “Benim olan senindir – What’s mine is yours” (https://www.economist.com/business/2020/06/04/the-sharing-economy-will-have-to-change) adlı makale veya SCOOTER KİRALAYIP GEZME AYLAKLIĞININ İYİ TARAFLARI; salgının paylaşım ekonomisi ve girişimlerini nasıl olumlu etkileyebileceğine ilişkin öngörüleri konu alıyor.
- Makale; salgından hemen önce kurulan ve insanların evlerinin bir kısmını birkaç saatliğine kiralamasını sağlayan Globe adlı girişimin salgınla birlikte neredeyse batması ve ama sonra iş modelini evin bir kısmı yerine tamamını kiralama şeklinde değiştirmesiyle hızlı bir çıkış yakalaması hikâyesini zikrederek başlıyor. Ardından da salgının başarı ve başarısızlık ihtimallerini çok büyük bir belirsizliğe sürüklediğini söyleyip paylaşım ekonomisindeki durumu özetlemeye koyuluyor.
- Globe adlı girişimin başarısının salgının ekonomiye etkisine dair kötümser tahminleri boşa çıkardığı ve salgının ekonomiyi göçertmek yerine sosyalist modelleri de içeren başka iş modellerine geçmeye zorladığı anlatılıyor. 2008 küresel krizinin de tüketimi daha sosyal, verimli ve sürdürülebilir bir hale sokan teknolojilerin kullanılabilmesi için ideolojik bir etki oluşturduğu ve sahip olmak yerine tüketmeyi sağlayan paylaşım ekonomisinin gelişmesine yol açtığı hatırlatılıyor.
- Kitaplar, ev eşyaları ve araçları paylaşmak şeklindeki iş fikirlerinin büyük oranda ticarileşemediği, ancak arz ve talebin buluşmasını sağlayacak e-pazarlar oluşturarak büyük firmaları tehdit edebilecek bir ekonomiye dönüştükleri ve girişim sermayesi şirketlerinin de bunlara ciddi yatırımlar yaptıkları kaydediliyor. Ön saflarda Airbnb, Uber ve Bird’i gördüğümüz bu ekonominin 30 milyar doların üzerinde fon çektiği ve değerlemelerinin bir ara 100 milyar doları geçtiği zikrediliyor.
- Ancak bunların kâra geçmelerinin umulandan daha zor olduğu, mesela Uber’in ciddi bir yatırıma ve scooter paylaşım uygulaması Bird’in de yüksek işletme giderlerine ihtiyaç duyduğunun anlaşıldığı anlatılıyor. Bu meşhur girişimlerin vakti zamanında para kazanmak için başka işlere de bulaştığı, mesela Uber’in otonom otomobil geliştirmeye ve yemek dağıtım işine girmeye çalıştığı ve Airbnb’nin de televizyon programları üretme ve otel işletme işini girmeyi planladığı aktarılıyor. Yine de Uber’in 2019 Mayıs’ında halka açıldığında son 3 yıllık zararının 16,6 milyar dolar olduğu, genellikle kâr etmiş Airbnb’nin bile 2019’ın ilk 9 ayında 322 milyon dolar zarar yazdığı belirtiliyor.
- Salgının bu girişimlerin ayakta kalmasını çok zorlaştırdığı, Airbnb’nin 1 milyon iptal ve 1 milyar dolar geri ödeme ile karşılaştığı, Uber sürüş sayısının Nisan ayında bir önceki yılın aynı ayına göre %80 azaldığı ve Bird’in çalışanlarının üçte birini işten çıkarmak zorunda kaldığı naklediliyor. İşçi çıkarmanın Airbnb ve Uber’de de yaşandığı ve bu iki girişimin çalışanlarının dörtte birini işten çıkardığı aktarılıyor.
- Bu girişimlerin bir tarafta çalışanlarını azaltırken diğer tarafta da müşterilerin güvenini kazanmaya çalıştıkları, Airbnb’nin odalarını/evlerini kiralayanları nasıl dezenfekte yapmaları gerektiği konusunda eğittiği ve iki kiralama arasında 24 saat boşluk bırakmayı önerip bunu yapmayanları yayımladığı, Bird’in sccoterlarını düzenli olarak dezenfekte ettiği ve Uber’in de sürücülerinden anlık selfi göndermelerini isteyip maskeli olup olmadıklarını kontrol ettiği anlatılıyor.
- Paylaşım ekonomisinin yıldızları olan bu girişimlerin salgını asıllarına avdet etmek için bir fırsat olarak kullandıkları, Airbnb’nin portföyünden profesyonel ev sahiplerini çıkardığı, Uber’in başka girişimlerle birlikte gerçekleştirdiği sürücüye özel kredi kartı ve e-bisiklet hizmetlerinden ayrıldığı kaydediliyor. Her 3 girişimin de farklı nedenlerle talebin toparlanmasını bekledikleri, mesela insanların büyük şehirler yerine daha fazla evlerinin yakınlarında kalmayı tercih ettikleri ve bunun da ortalama Airbnb kalış süresini ikiye çıkardığı, yine salgın nedeniyle toplu taşımadan kaçan insanların araba ve sccoterları daha çok tercih ettikleri ve Bird’in ortalama scooter kullanım süresinin %50 arttığı anlatılıyor. Diğer tarafta Bird’in rakibi Lime’a yatırım yapan Uber ve rakiplerini satın alan seyahat sitesi Expedia’nın gösterdiği gibi sektörde büyük konsolidasyonları da yaşandığı belirtiliyor.
- Küçük ölçekli paylaşım girişimlerinin daha da iyimser oldukları, kilitlemelerin kaldırıldığı Almanya gibi bazı ülkelerde faaliyetlerini hızla toparladıkları, mesela ortak seyahat sunan BlaBlaCar’ın salgının satın alma gücünü azalmasıyla ciddi bir talep artışı beklediği ifade ediliyor. Salgının, paylaşım girişimlerinin sundukları hizmetleri yeniden değerlendirip geliştirmelerini sağladığı, mesela BlaBlaCar’ın müşterileri için bakkal alışverişlerini yapan BlaBlaHelp uygulamasını hayata geçirdiği anlatılıyor.
- Yine salgının paylaşım ekonomisini nasıl köklerine geri itebileceğine bir örnek olarak Londra merkezli ihtiyaç fazlası gıdayı alıp dağıtma işi yapan Olio’nun gıda ve diğer eşyaların muhtaç komşularla paylaşılmasını sağlama işi yapmaya başladığı, temassız toplayıp dağıtma becerisi geliştirdikten sonra paylaşım miktarını gıda için %50 ve diğer eşyalar için ise %200 artırdığı kaydediliyor. Özetle salgınla birlikte ve salgından sonra insanların -yeterince temizlenmeleri kaydıyla- bir şeyleri kiralamak ve bir şeyleri kiralayanlar için çalışmak konusunda çok daha istekli olacağı, yani paylaşım ekonomisinin -muhtemelen yoksulluktan veya verimlilik ihtiyacından- hızla büyüyeceği öngörülüyor.
- Evde Kal döneminde giderek daha fazla insanın scooter kiraladıklarınıı, bunun şimdilik “yapacak daha iyi bir işi olmadığı için bir oyuncakla vakit geçirmek” kıvamında olduğunu ve ama belki de bir adım sonra “bu iyiymiş ya” falan dedirterek türlü paylaşım servislerinin kullanımını artırabileceği söylemek çok hayalperestçe görünmüyor. Hijyenin sağlanması ve bunun da garanti edilmesi kaydıyla bu tip bir genişlemenin bir tarafta kaynakları daha verimli kullanmayı sağlaması diğer tarafta ise bugün aklımıza gelmeyen yeni iş tipleri oluşturması da gayet muhtemel duruyor. Bunların gerektirdiği ölçeğin sadece büyük firmaların bu alana girebilmesini sağlama kötü ihtimali ise bu servislerin serbest çalışanlara ihtiyaç duyacakları ve bu çalışanlar da scooter paylaşım servisleri misali aynı servisi sağlayacak birden fazla firma arasında transfer falan olabilecekleri öngörüsüyle pek olmaz gibi görünüyor. Ama bunun için de gerçek bir rekabetin sürdürülmesi ve arkada tüketici-çalışan aleyhine fiyat-ücret anlaşmaları falan yapılmasının engellenmesi gerekiyor ki işte devlet de, en azından bizim devletimiz de tam bu işe yarıyor.
- The Economist’den “Bu sefer ateş – The fire this time” (https://www.economist.com/leaders/2020/06/04/police-violence-race-and-protest-in-america) adlı makale veya EPİK ANLATILARLA DÜNYAYI ANLAMA SAFLIĞI VEYA KONFORMİZMİ; ABD’de George Floyd’un öldürülmesi ardından başlayan protesto gösterilerinin nereye evrilebileceği ve evrilmesi gerektiğini konu alıyor.
- Makale; 1968’de insanlı ilk uzay uçuşu olan Apollo 7 uzay misyonu ve grip salgını ile 2020’deki bir başka veçheden insanlı ilk uzay uçuşu SpaceX ve Covid-19 salgınını zikrederek her iki dönemin de ortak özelliğinin ırkçılık olduğunu belirterek söze giriyor. Afro-Amerikalı George Floyd’un beyaz bir polis memuru tarafından öldürülmesinin ardından ülke çapında 350’den fazla şehirde öfke patlamalarının yaşandığı ve kalabalıkların seslerinin duyulmasını istediği aktarılıyor.
- 1968’den beri bu Adaletsizlik-Protesto-İsyan-Muhafazakâr Tepki döngüsünün defalarca yaşandığı, bir sürü insan için bu kısır “dejavu” nun kötümserlikle sonuçlandığı ve ama bunun üretken bir tarafı da olduğu anlatılıyor. Baz aktivistlerin bütün sistemin ırkçı olduğunu ve tümden değişmesi gerektiğini savundukları hatırlatılıyor, ama aralarında yozlaşmış kişiler olsa da bütün yargı sisteminin ve polislerin böyle olamayacağı, nitekim bir şekilde barışçıl protestoların sorunsuz bir şekilde yapılabildiği vurgulanıyor ve dejavu’nun üretken tarafının kullanılması gerektiği söyleniyor.
- Tüm vatandaşların silah taşıma hakkı olduğu ABD’de polislik mesleğinin diğer ülkelerden daha tehlikeli olduğu, yine de geçen yılar içinde polisleri “insanları vurmaktan çok uyarmaya ve hesap verebilir şekilde silah kullanmaya” iten bir dönüşümün yaşandığı söyleniyor. Bu değişime bazı polis departmanlarının katılıp bazılarının katılmadığı, ama seçmen isterse nihayetinde seçimle işbaşına gelen polis ve da savcıların değişmek zorunda kalınacağına dikkat çekiliyor.
- Değişimin demokratik yollarla yapılabilmesi inancını kaldırıp şiddeti meşrulaştıran tipte bir kötümserliğin en çok sahiplerine zarar verdiği ifade ediliyor. 1968-Martin Luther King suikastından sonra yaptıkları gibi Afro-Amerikalıların sürekli başkaldırıyı tercih etmeleri durumunda en çok zararı, iş-istihdam kaybı ve polisin çekilmesiyle suç örgütü enflasyonu yaşayacak kendi bölgeleri göreceği, üstelik bu suç örgütlerinin eninde sonunda çok daha şiddetli bir polis tepkisini çekeceği söyleniyor.
- Siyah liderlerin bu riskin farkında olduğu ve bu nedenle takipçilerini vandalizme izin vermeme konusunda yönlendirmeye çalıştıkları, yakıp-yıkmalarla sonuçlanan Adaletsizlik-Protesto-İsyan sürecinin Muhafazakâr Tepki oluşturup haklı olmalarını anlamsızlaştıracağını bildikleri anlatılıyor. Trump’ın destekçilerinin Kasım 2020 seçimleri öncesinde muhafazakâr tepkiyi güçlendirip oy kazanmaya çalıştıkları, Richard Nixon’un 1968’de Hubert Humphrey’i yenmesine yardımcı olan “Yasa ve Düzen” sloganının bugün de işe yarayabileceğini düşündükleri aktarılıyor.
- Vandalizm ve muhafazakâr tepkinin korkuyu artırmaktan başka bir işe yaramayacağı, oysa ABD halkının birleşmeye ihtiyaç duyduğu ve bunu da Trump’ın değil protesto hareketinin liderleri, belediye başkanları ve polis şeflerinin birlikte yapabileceği söyleniyor. 1960 sonlarında Afro-Amerikalı aktivist ve roman yazarı James Baldwin’in güçlü yazıları ile ABD’nin neredeyse yasalardaki ayrımcılığı köklerini ortadan kaldırmaya başladığı ve ama muhafazakâr tepki ile geri adım atıldığı döneme referans verilerek ABD’nin iş yapma biçiminin iki ileri bir geri falan olduğu aktarılıyor. George Floyd’un öldürülmesi sonrası başlayan protesto gösterilerinin vandalizm olmadan yürütülmesi durumunda bahsedilen iki ileri adımın sağlanabileceği ve bunun da bir şey olacağı söylenerek makale nihayetlendiriliyor.
- Buradan bakınca makaledeki Amerikan anlayış/anlatışının temel sorunu; kahramanları-olayları-ilişkileri fazla kategorik-epik-çocuksu anlatması ve buna da herkesin inanmasını beklemesi oluyor. Aldığı sonuçlara ve az-çok koruduğu pozisyona bakılırsa ABD’de herkesin inanmadığı/yemediği, ama dünyanın kalan kısımlarının inanmasını/yemesini beklediği bu pek şablonik şu öykü, ergenlere yaraşır fakir kız-zengin oğlan hikâyelerinden çok da farklı görünmüyor: “Yapılan adaletsizlikler haklı bir toplumsal tepki doğuruyor. Ama bu meşru tepkiyi manipüle ederek terörize eden egemen güçler değişimi engelliyor. Haklı toplumsal talepler; birkaç aşırı heyecanlı aktivist ya da hainler kullanılarak egemen güçlerce eziliyor veya devrim çocuklarını hapur hupur yiyor.” İşte tam burada ekonominin gerçekten ziyade algıyla ilgili bir şey olduğunu hatırlayarak şunları demek ve bu anlatışı satın almamak makul görünüyor: (1) Hayatı şablonlarla açıklamak ya anlatanı nesneleştirip maruz kalınanı meşrulaştırıyor ya da anlatanın ajandasını kader böyleymiş deyip sorumluluk almadan hayata geçirmesini mümkün kılıyor. (2) Hiçbir döngüsel senaryo, komplo teorisi veya epik şablon hayatı kurmuyor ve tamamını açıklamıyor, olsa olsa tembeller-korkaklar için tüketilebilecek yapay gerçeklikler sunuyor ve istenen algı oluşturulmaya çalışılıyor. (3) Özne olmak-kazanmak-sürdürmek ise epik bir öykünün haklı ama hakkı yenmiş kaslı-fit-yakışıklı/güzel kahramanı olmaktan değil hafif göbekli-saçları dökülmüş-tombul parmaklı normal ve ajandasının peşindeki çalışkan adam/kadın olmaktan geçiyor. Zira çalışan kazanıyor ve elması kızarıyor.