Geçen Hafta Küresel Ekonomi Hakkında Ne Okudum & Ne Anladım
Tarafından 6 Temmuz 2020
0
882 Görüntülemeler
Merhaba,
08 – 26 Haziran haftası için Geçen Hafta Küresel Ekonomi Hakkında Ne Okudum & Ne Anladım aşağıda arz-ı endam ediyor ve bunları okurken de şunu dinlemeniz öneriliyor: https://youtu.be/EwTZ2xpQwpA (Chocolate Rain – Tay Zonday).
- The Economist’den “Protestonun gücü – The power of protest” (https://www.economist.com/weeklyedition/2020-06-13) adlı makale veya ESKİ TAS, HAMAM VE DÖNGÜ; ABD’den başlayıp yaygınlaşan protesto gösterilerinin nereden gelip nereye gittiğine dair bir öngörü sunuyor.
- Makale; George Floyd’un ABD’de polis tarafından öldürülmesi ardından Brezilya’dan Endonezya’ya Fransa’dan Avustralya’ya kadar birçok ülkede başlayan protesto gösterilerindeki esas odağın sosyal reform olduğu tespiti ile başlıyor. Yakın tarihin en yaygın protestoları yaşayan ABD’dekilerin de Trump’ın seçim öncesi bir düşman yaratma çabasını boşa çıkararak barışçıl bir duruşa dönüştüğü belirtiliyor.
- ABD dışındaki protestoların farklı nedenlerden kaynaklandığı, örneğin Meksika ve Güney Afrika’da polis ağırlığının, Brezilya’da siyahlara karşı polis şiddetinin ve Avustralya’da aborjinlere yönelik ırkçı tavrın protestoları tetiklediği belirtiliyor. Irkçı yaklaşımları nedeniyle ABD’yi kınamaya alışmış Avrupalıların da aslında aynı sorunu yaşadıklarını gayet iyi bildikleri, bu yüzden Merkel’in Almanları şehirlerindeki ırkçılıkla mücadele etmeye davet ettiği ya da İngiltere’de köle tacirlerinin heykellerinin yıkıldığı anlatılıyor. Eric Garner’in 4 yıl önce New York’da benzer bir şekilde polis tarafından öldürülmesi ardından bu tip protesto gösterilerin yaşanmadığı, ama bu sefer ortak deneyimlenen salgının insanlardaki dayanışma pratiğini güçlendirdiği ve yönetimde de 4 yıl önceki birleştirici Obama’nın değil kutuplaştırıcı Trump’ın olduğu belirtiliyor.
- Protestoların artması ve yayılmasının arkasındaki esas neden, toplumlarda ırkçılığa karşı olanların sayısının artması olarak gösteriliyor. Irk ayrımcılığını büyük bir sorun olarak gören ABD’lilerin nüfusa oranlarının Ocak 2015’deki %51 seviyesinden 2020’de %76 seviyesine yükseldiği, İngilizlerin %52’sinin toplumlarını oldukça ve ya çok ırkçı olarak tanımladığı, 2018’de Fransızların %77’sinin ırkçılıkla mücadele edilmesi gerektiğine inandıkları ve bunun 2002’deki %59 oranının çok üstünde olduğu kaydediliyor. ABD’nin hem bir ülke hem de –herkesi kucaklayıp kaynaştıran ve fırsatlar sunan- bir fikir olduğu, bu ikisinin birlikte olmamasının adaletsizlik anlamına geleceği ve –birliği, varlığı, tanımı bu fikre dayanan- ABD’nin bu birliği kaybetmesi durumunda aynı şeyi yaşayabilecek Rusya ve Meksika’dan daha olumsuz etkileneceği anlatılıyor.
- Demokratların etkin olduğu bazı eyaletlerde polisin insanlara boyun kilidi yapmasının yasaklandığı ve 8 Haziran’da Temsilciler Meclisinden polislerin kovuşturulmasını kolaylaştıran ve Pentagon’un polislere silah devretmesini zorlaştıran bir yasanın geçtiği, Cumhuriyetçilerin etkin olduğu Kongre’de ise polise sağlanan bütçenin bir kısmının konut yapımı ve akıl hastalıklarının tedavisi gibi işlere aktarılmaya çalışıldığı anlatılıyor. Ancak bunlardan çok daha kapsamlı değişikliklere ihtiyaç duyulduğu, Afro-Amerikanların ortalama gelirlerinin 1990’dan beri beyaz Amerikalıların onda biri seviyesinde 18.000 dolar olduğu hatırlatılarak söylenmiş oluyor. Afro-Amerikanların zamanında güvenlik nedenleriyle beyazlardan uzakta oluşturdukları mahallelerde yaşamayı sürdürmelerinin temel bir sorun olduğu, bunun suç işleme ve suçlu olma ihtimalinin bu mahallelerde artmasına neden olarak bunlara aleyhine olumsuz kanaatleri beslediği, ancak Amerikalıların etnik olarak karışık bir şekilde yaşamalarının sağlanması durumunda bu algının kırılacağı anlatılıyor.
- Ayrımcılığın özel sektörde de geçerli olduğu Fortune 500’deki üst düzey yöneticilerin sadece %3’ünün siyah olması gerçeğiyle birlikte hatırlatılıyor. Etnik çeşitliliğin firmaların kârlılığını artırdığını gösteren bilimsel araştırmalara referans verilerek firmaların değişim için haklı ve olumlu nedenleri olduğuna dikkat çekiliyor. Son olarak protestoların reformlara dönüşmemesi halinde ılımlıların aşırılaşıp marjinalleştiklerinin gayet iyi bilindiği ve 1967 gibi oldukça yakın bir geçmişe kadar 50 ABD eyaletinin 16’sında ırklararası evlenmenin yasadışı olduğu söylenerek kapsamlı bir sosyal değişimin zor, ancak yeterli sayıda insanın bu adaletsizliğe karşı tutum takınmaları halinde mümkün olacağı belirtilerek makale nihayete erdiriliyor.
- Makale; ince çalışılmış senaryolarla Neflix’de gösterilen çatışma-müzakere-uzlaşma döngülerinin öngörülebilir ve dolayısıyla da yönetilebilir örüntülerden teşekkül ettiğini pek güzel gösteriyor. Böyle döngülerde kazanç ve kayıpların korkutulduğu-vehmettirildiği-sanıldığı kadar/gibi olmadığını, giydiği kostüm ile kendini profesör-doktor-asker zanneden çocuk misali, döngülerdeki muhafazakârlık veya değişimciliğin de bir zandan çok da ileri gitmediğini ve esas kazanımın döngülerden-ezberlerden-eklektiklikten çıkmakla mümkün olduğunu söylemek de bize düşüyor. Salgın ertesi/eşlikçisi dünyasının çokça gelir dağılımı kaynaklı hangi krizlere gebe olduğu, bu krizlerin mevcut döngü oyuncuları tarafından nasıl en düşük tehdit maliyetiyle ve yeni döngü oyuncuları tarafından da en yüksek fırsat kârı ile yönetileceği, bu arada bizim elimizin de armut toplayıp toplamadığı hususları ise heyecanla beklediğimiz yeni sezonda cevaplarını alacağımız sorular olarak duruyor.
- Project Syndicate’den “Zor Seçimler için Gerçek Sabit Veriler – Hard Data for Hard Choices” (https://www.project-syndicate.org/onpoint/covid19-cash-transfers-and-mobile-money-to-aid-the-poorest-by-alison-fahey-et-al-2020-06) adlı makale veya SOSYAL BİLİMLERDE DE BÜYÜK VERİ VARMIŞ; salgınla birlikte zor seçimler karşısında kalan yoksul ülkelerin ne ve nasıl yapmalarının daha etkin olduğunu tartışıyor.
- Makale; salgının başlattığı ekonomik krizi çözmede düşük gelirli ülkelerin yüksek gelirli ülkelerin imkânlarına sahip olmadığı, yani fakirle zenginin salgını aynı şekilde yaşamadığı tespitiyle başlıyor. Düşük gelirli ülkelerin herkesi kurtarmak gibi bir alternatife sahip olmadığı, bazı şeyleri tercih edip diğerlerini feda etmek gibi zorlu bir ikilemle karşı karşıya kaldığı ve üstelik tercihlerinin de en işe yarar olan olacağı konusunda bir garantileri olmadığı söyleniyor. Buradaki temel ikilemin de sosyal izolasyonla salgından ölenleri azaltıp ekonomik durgunluğu derinleştirmek ya da izolasyonu kaldırıp ekonomik canlanmayı sağlamak ve ama daha fazla insanı virüsün insafına bırakmak olarak özetleniyor.
- Bu ikilemde doğru şeyi tercih etme konusunda büyük veri kullanımı ve sosyal bilimlerin işe yarayabileceği, mesela düşük gelirli hanelerin gelir kaybının olası toplumsal sonuçları ve nakit destekleriyle bunun ne kadar engellenebileceğine ilişkin somut deneyimlerin bu sayede kullanılabileceği anlatılıyor. Dünyada yüz milyonlarca insanın günde 1,90 dolardan daha düşük gelirleriyle salgında zor durumda kaldığı ve bu insanların yoğun yaşadığı fakir ülkelerin yardımın en çok kime ve hangi şekilde işe yarayacağı üzerine yönlendirmeye ihtiyaç duydukları belirtiliyor. Ardından makale aşı bulunana kadar salgının/izolasyonların/durgunluğun inişli çıkışlı bir şekilde süreceği ve dolayısıyla sosyal yardımlara ihtiyacın devam edeceğini vurguluyor ve yoksul ülkelerdeki hükümetlerin en çok nakit transferlerine ve mobil para altyapısına eğilmesi gerektiğini söylüyor.
- Nakit transferlerinin yardım yapılanlar için hızlı ve satınalma esnekliği veren destek araçları olduğu, yoksulların kendilerine verilen nakit destekleri alkol ve sigara gibi ürünlere harcayıp çarçur ettikleri zannının doğru olmadığı, ekonomik refahının artması ve aile içi şiddetin azaltılmasında çok etkin araçlar olduğu anlatılıyor. “Parası olan az çalışır” üzerinden nakit transferlerinin yoksulların daha az çalışmasına yol açabileceği şeklindeki varsayımın pek doğru olmadığı ve üstelik salgın nedeniyle insanların daha az temas edecekleri bir az çalışma halinin de zaten hedeflenen bir şey olduğu zikrediliyor. Son olarak nakit transferlerinin, salgında kapanan okulları nedeniyle düzenli tek yemek yeme imkânlarını kaybeden yoksul aile çocukları için de hayat kurtarır nitelikte olduğu söyleniyor. Nakit transferlerinin kime yönlendirilmesinin daha etkili olacağı sorusunun mahalle bazında tüketim miktarlarındaki değişim, bireylerin gelir kayıpları ve banka bakiyeleri gibi veriler üzerinde cevaplandırılmaya çalışıldığı aktarılıyor.
- Hükümetlerin insanların ellerine parayı nasıl en ucuz ve hızlı şekilde ulaştırabilecekleri sorusu ise mobil para ile cevaplandırılıyor. Mobil para kullanımının yoksulluğu azalttığı ve kadınları güçlendirdiği, bazı hükümetlerin mobil para uygulama sağlayıcılarından düşük meblağlı işlemlerden komisyon almamalarını istediği naklediliyor. Ancak mobil para uygulamasının yaygınlaşması için türlü fiziksel başvuru-imza-bulunma vs. gerektiren katı düzenlemelerin gevşetilmesi, işlem maliyetlerini artıran uygulamaların kaldırılması ve mobil paranın fiziksel paraya dönüştürülmesini sağlayan noktaların artırılması gereklikleri zikrediliyor. Mobil para altyapısı olmayan hükümetlere ise nakit transferlerini, kalabalığı artırmayan dar bölgeli temaslar ve detaylı bir planlamayla gerçekleştirmeleri öneriliyor.
- Hülasa büyük verinin salgının getirdiği olumsuzluklarla mücadeleye ciddi katlı sağlayabileceği, politikaya dayalı kanıt üretmek yerine kanıta dayalı politika yapmayı mümkün kılacağı ve dünyanın türlü ülkelerinde gelen saha verilerinin de böyle bir yaklaşımla kullanılabileceği anlatılıyor. Sosyal bilimlerin karşılaşılan ekonomik ve halk sağlığı sorunlarına verilebilecek en etkili cevapların bulunmasında önemli role sahip olduğu, mevcut ekonomik krizin öncekilere benzemeyen doğasının yeni anlamaları-bakışları-buluşları gerektirdiği ve nakit destekleriyle mobil para altyapısına ilişkin anlama-bakış-buluşu sürdürmemiz gerektiği söylenerek nihayete eriliyor.
- Makale; en önce ihtiyaç duyulan gıda-giyim-enerji sarf malzemelerine hemen dönüştürülebilen nakit desteklerinin ve bunun hızlı & düşük maliyetli olmasını sağlayan mobil para altyapısının önemini bir güzel anlatıyor. Ürdün, Kenya, Filipinler gibi türlü örneklerle nakit transferleri ve mobil paranın etkin kullanım biçimlerini zikrediyor. Teknolojinin sadece zengin olmak için ve/ya zenginlerce kullanılan bir araç olmadığının, yoksullukla mücadele ve kriz yönetiminde desteklerin tasarlanması-uygulanması-sonuçlarının ölçülmesi için de kullanılabileceğinin altını çiziyor. Buradan da social blended/sosyal sorumluluk içeriği de olan teknoloji ve yatırımlara geçiş gayet mümkün ve şık görünüyor. Yine de övülen mobil para altyapılarının fazla büyük teknoloji devleri-aristokratları falan oluşturmasına veya mevcutları desteklemesine karşı her an tetikte olmak gerekiyor.
- The Economist’den “Afrika Sanayisi – Industry in Africa” (https://www.economist.com/middle-east-and-africa/2020/06/11/how-manufacturing-might-take-off-in-africa) adlı makale veya AFRİKA’NIN BİTMEK BİLMEMİŞ SANAYİLEŞME HAMLESİ; Afrika’nın sanayileşme/me tarihini ve geleceğini konu alıyor.
- Makale; 1957’de İngilizlerden bağımsızlığını kazanan Gana’nın ilk başbakanı Kwame Nkrumah’ın, (daha sonra Nobel ekonomi ödülünü kazanacak ilk siyah olan) temel tezi insanların yanlış işlerde oldukları için fakir oldukları, geçimlik çiftliklerden fabrikalara ve ticari çiftliklere taşınmalarıyla ekonominin büyüyeceği olan Arthur Lewis’i ekonomi danışmanı olarak ülkeye çağırması hikâyesi ile başlıyor. Nkrumah’ın sanayileşmeyi hızla fabrikalaşmakla (yani ardı ardına fabrika açmakla), Lewis’in ise tarımsal gelişmeyi de kapsayacak dengeli bir büyümeyle mümkün görmesinin aralarında büyük bir çatışmaya yol açtığı ve bunun da Lewis’in 15 ay sonra danışmanlık rolünden kovulmasıyla sonuçlandığı anlatılıyor. Bu girizgâhın ardından 1957’den salgın öncesine kadar geçen uzun dönemde dünyanın sanayileşen ve zenginleşen bölgesinin Afrika değil Doğu Asya olduğu söylenerek salgın sonrası dönem için Afrika ekonomilerinin nasıl daha üretken hale getirileceği makalenin temel sorusu olarak ortaya konuluyor.
- Salgınla beraber başlayan ilaç ve tıbbi ekipman eksikliğinin yerel üretim için güçlü bir motivasyon oluşturduğu, Güney Afrika-Uganda-Gana’nın ithal ikameci sanayileşmeyi hedefledikleri ve tarımla uğraşan nüfusun 2000’deki %66 seviyesinden 2015’deki %58 seviyesine düşmesinin gösterdiği gibi salgın öncesinde de sanayileşmeye dönük bir trendin zaten mevcut olduğu anlatılıyor. Afrikalıların tarım sektöründen taksicilik veya küçük imalatçılık gibi işlere kaydıkları, bunun Afrikalı politikacıların hayallerindeki büyük sanayileşmeye benzemediği ve ama ülkeleri değiştirdiği, mesela Nijerya’da petrol bağımlılığının azaldığı, Ruanda’nın lüks konferanslara ve turizme yoğunlaştığı, Lesotho’nun tekstil üretimini diğer Afrika ülkelerine ihraç etmeye başladığı aktarılıyor.
- Sanayileşme süreciyle Etiyopyalıların evlerinde yemek pişirmeden vazgeçip sokaktan beslenmeye başladıkları, sokakta satılan alınan injeranın (bir tür gözleme) bir sektöre dönüştüğü ve 100.000 kişiyi istihdam ettiği belirtiliyor. Bu örneğin de gösterdiği gibi eskiden evde üretilip tüketilen malların artık seri üretim ve ticarete konu olduğu, kırsal kökenli Afrikalıların %40’ının sanayide çalıştığı ve ithal ikameci üretimin artmasıyla doğrudan dış yatırımların da arttığı söyleniyor. Çinli firmaların Afrika’daki sanayi üretiminin %12’sini gerçekleştirdikleri, büyümenin esas olarak kıta bazında tüketim ve yatırımdan geldiği, Afrika ülkelerinde üretilen malların sadece %19’unun kıta dışındaki ülkelere ve ama % 43’ünün kıtadaki diğer ülkelere ihraç edildiği belirtiliyor. Ama Afrika ülkelerinin sadece kıta içi ticaretle zenginleşmelerinin mümkün olmadığı ve ama Doğu Asya modeli yüksek yatırım ve ihracat odaklı imalat stratejisini de tercih edemedikleri naklediliyor. Tarihsel olarak 1980’lerdeki ithal ikameci üretim odağını borç krizi ile yitirdikleri ve IMF & Dünya Bankasının pazarlarını dış rekabete açmaya zorlaması sonucu da fabrikalarını kaybettikleri kaydediliyor.
- Doğu Asya ülkelerinin yeraltı kaynaklarına sahip olmadıkları için el-mecbur ucuz emeğe yaslanabildikleri, oysa milyonlarca yoksul Afrikalıya rağmen türlü doğal zenginlikler nedeniyle Afrika ülkelerinde emek maliyetlerinin görece yüksek olduğu belirtiliyor. Ucuz emeğe dayalı ihracat odaklı Asya tipi büyüme modelinin Afrika’ya uymadığı, kıtanın doğal ve tarım kaynaklarına artı değer katmaya dayalı bir büyüme modelinin daha etkin olabileceği anlatılıyor. Bu anlatım bir sürü ülkeye ihracat yapabilen Afrika’daki türlü meyve, çiçek, sera işletmeleriyle delillendiriliyor ve ulaşımı baskılayan salgından sonra bunların yine dünya pazarlarına açılacakları söyleniyor. Bu tarım ekonomisi turizm sektörü ve çağrı merkezleri de eklenerek bacasız sanayiler olarak adlandırılıyor ve Afrika’nın büyümesi için önemli bir araç olarak ileri sürülüyor. Ucuz emeğe dayalı modele uygun nadir Afrika ülkelerinden birinin Etiyopya olduğu, ama yatırımcıları çeken düşük ücretlerin diğer tarafta işletmelerin her yıl işçilerinin %77’sini kaybetmeleriyle sonuçlandığı ve özellikle hasat zamanlarında işçi bulmanın çok zor olduğu belirtiliyor. Hülasa; Afrika’nın tarım toplumundan endüstri toplumuna geçişinin acısız olmadığı, ama her sene iş piyasasına giren 15-20 milyon yeni insan kaynağının bu geçişi kaçınılmaz kıldığı, aksi halde kıtanın ciddi toplumsal bunalımlar-şiddetler yaşayacağı, üstelik Afrika’nın klasik imalat sektörleri dışında tarım ve turizm gibi alanlara da sahip olduğu söylenerek makale bitiriliyor.
- Salgın öncesi dönemde Sahra Altı Afrika’nın herkesin dikkatini çektiğini veya herkesin dikkatleri çekilmiş gibi davrandığını hatırlayınca makalenin Afrika’nın çiçekçilik-seracılık-madencilik-turizm sektörleriyle sanayileşebileceği fikri pek bir zayıf/kandırıkçı kalıyor. Afrikalıların açlıktan ölmemek için düşük ücretlerle çalışmaya razı olmak zorunda olmadıkları ve tarım-hayvancılıkla hala karınlarını doyurabildikleri bilgisi ise Doğu Asya ile Afrika’ya bakış arasında ciddi bir farkın olması gerektiğini gösteriyor. Bu bakış farkına nüfusun hızlı artışı ile tüketim/talep ve emek/arzın da hızla artacağı öngörüsünü ekleyince dersine iyi çalışmış imalat sektörü temsilcileri için Afrika’nın ciddi fırsatlar sunabileceği görünüyor. Ve bu fırsatların “bana var-sana yok”cu merkantilist ihracat politikalarından çok “karşılıklı bağımlılık/insan kardeşliği”ne izin veren ortak üretim politikalarından geçtiğini söylemek de çok hayalperestçe görünmüyor ve ama bunun için gerçek insanlar arasında gerçek organik ilişkilerin varlığı gerekiyor.
- The Economist’den “Alman ekonomisi, Hey, büyük harcamacılar – German economics, Hey, big spenders” (https://www.economist.com/europe/2020/06/11/germany-opens-the-money-tap) adlı makale veya ALMANYA KENDİNİ ŞAŞIRTIYOR; salgın sonrası Almanya’nın durgunluğa giren ekonomisini nasıl düzelteceği konu alıyor.
- Makale; Almanya Maliye Bakanlığının Mart haftalık değerlendirme toplantısına referans vererek corona salgınının Almanya’nın “dış ticaret-cari-bütçe açığı korkar” tutumundan sapmasına yol açtığını belirterek başlıyor. Almanya’daki koalisyon hükümetinin Mart ayında açıkladığı 123 milyar avroluk destek paketinin ardından 3 Haziran’da da 130 milyar avroluk bir paket açıkladığı ve Fransa ile 500 milyar avroluk bir borçlanma tahvili ihracatı konusunda uzlaştığı hatırlatılarak katı Alman mali tutumunun salgınla beraber yumuşamasının herkesi şaşırttığı vurgulanıyor.
- 2008 krizinde Alman siyasetçilerin borçlanma ve mali genişlemeye dayanan Keynezyen politikalar konusunda daha ihtiyatlı oldukları ve ama corona ile başlayan bu seferki krizde daha büyük-hızlı-gelişkin destek önlemleri tasarladıkları anlatılıyor. Desteklerin arttığı, tüketimi artırmak için KDV’nin düşürüldüğü, özellikle çevreci yatırımlar için 50 milyar avroluk bir yatırım bütçesinin ayrıldığı, ama 2008 krizinin aksine otomotiv firmalarının çevreci/yeşil olmayan modellerini satma çabalarını görmezden gelindiği ve 2011-2012’de Almanya’nın baskısıyla oluşturulan AB’nin borçlanmayı sınırlayan kurallarının yine Almanya tarafından askıya alındığı kaydediliyor. Almanya’daki katı borçlanma ve açık verme aleyhtarlığının bugün 180 derecelik bir değişimle seçmeninin %73’ünün borçlanmaya sıcak bakmasına dönüştüğü vurgulanarak neyin değiştiği bölümüne geçiliyor.
- Bu büyük değişimin nedeninin, Almanya’yı derin bir durgunlukla karşı karşıya bırakan ve 2009’da en fazla 1,5 milyona çıkmış izin ödemesi alan işçi sayısını bugün 7,3 milyona çıkaran salgın olduğu belirtiliyor. Avrupa çapında salgından etkilenen ülkeler için destekleyici adımlar atmanın Almanya gibi çok para harcayan/öyle algılanan ülkeler için destekleyici adımlar atmaktan çok daha kolay olduğu, ama salgının 6 ay önce hareketleri iyice kısıtlanan Alman hükümetine çok ihtiyaç duyduğu alanını da sağladığı ifade ediliyor. Ayrıca Almanya’nın açık vermeme şeklindeki muhafazakâr mantığının son yıllarda değiştiği, yeni kuşak Alman ekonomistlerle birlikte genişletici maliye politikalarına verilen desteğin iki katına çıktığı anlatılıyor.
- Almanya Maliye Bakanı Olaf Schol’un bu yeni tip ekonomi görüşünün önde gelen temsilcisi olduğu, Schol’un ekibindekilerin Goldman Sachs gibi yeni tip ekonomi ekollerinden geldiği, teorik olarak mutlak güce sahip olan Başbakan Merkel’in gelecek yıl yapılacak erken seçimlerle koltuğunu bırakacak olmasının da Schol’e oyun alanı bıraktığı söyleniyor. Schol’un Sosyal Demokratları ve Merkel’in Hıristiyan Demokratlarının Almanya’nın mali genişlemeyi karşılayabileceği üzerinde hemfikir oldukları, ancak erken genişlemenin/borçlanmanın aleyhte görüşleri güçlendirme riskinin olduğu anlatılıyor.
- Avrupa’nın diğer ülkelerine kıyasla Almanya’nın %6 gibi ılımlı bir daralma beklediği, Alman işletmelerinin ihracat pazarları olarak diğer Avrupa ülkelerinin de desteklenmesine ihtiyaç duydukları ve tüm bunların da Almanya’nın mali genişlemesini destekleyen argümanlar olduğu belirtiliyor. Gelecek yıl yapılacak seçimler nedeniyle Hıristiyan Demokratların bütçe kurallarını göz ardı ederek açık vereceklerini açık açık söyleyemeyecekleri ve ama salgının getirdiği yatırım açığı, düşük ücretli işlerin büyük payı ve Almanya’nın Avrupa’daki rolünün bir şekilde muhafazakâr Alman bakışının değişmesine yol açacağı ifade edilerek makale bitiriliyor.
- Sürekli dış ticaret fazlasına ve krizlerde artan/diğerlerinden daha az azalan ekonomik gücüne rağmen Almanya’nın genişlemeci maliye politikalarına muhafazakârca karşı olmasını insan önce garipsiyor. Ama sonra ticaret fazlasının avronun icadından sonra ve çokça diğer Avrupa ülkelerine karşı oluştuğunu, iki dünya savaşı ve devamındaki türlü Avrupa krizlerindeki performansı nedeni ile kıtadaki algısının pek parlak olmadığını ve dört bir tarafında kendine karşı koalisyonların kolayca oluşabilme potansiyelini hatırlayınca aynı insan bu Alman muhafazakârlığın yalnızlığın sonucu olduğunu düşünüyor. Vatandaşlığın kan bağı ile mümkün olduğu az sayıdaki ülkeden birisi olması, kamu sektöründe ve ihalelerinde sadece kendi mallarını tercih etmesi ve Amerikan-Marshall tasarımına rağmen hiçbir zaman İngilizceyi pek fazla öğrenmemesi de ilk cümleden beri bahsettim hala aynı insanı Almanya’nın sanki yalnızlığıyla barışık/yalnızlığını hak etmiş olduğu sonucuna götürüyor. Haller böyle iken makalenin işaret ettiği salgınla birlikte genişlemeci politikalara karşı artan Alman ilgisi de kuvvetle muhtemel İngiltere dâhil diğer Avrupa ülkelerinin daha da büyük bir mali genişlemeye hazırlandığı ve bir de sıranın Alman-Marshall tasarımına geldiği anlamına geliyor.