İlk Adım
3 Ağustos 1998, ilk iş günüm, mezun olalı 1 ay olmuş ve kendimi Türkiye’nin önemli şirketlerinden bir tanesinde Yazılım Tasarım Mühendisi olarak bulmuşum. 1 sene önce aynı şirkette staj yaparken o departmanda işe girmenin ne kadar zor olduğunu düşündüğümde de kendimle ayrıca gurur duyuyorum. Bende bir cevher var ki bu kadar kolay işe girdim diye düşünüyorum (çok sonraları iş görüşmemin olduğu gün departmanın son adam alma günü olduğunu, benim yerime sokaktan geçen herhangi birisini de alabilecekleri gerçeğini öğrendiğimde hafif sarsılmış hissettiğim doğrudur:)). Bir adam var benimle aynı gün işe girmiş, adamı ilk günden itibaren sevmedim. Bilmiyorum neden konuşmak bile istemiyorum, bazen mecburen küs akrabalar gibi zorunlu birkaç kelime ediyoruz ama bu kelimeler hiçbir zaman bir cümle içinde buluşamıyor.
Zaman geçiyor durum değişmiyor adamı hala sevmiyorum, hayır sevmek de zorunda değilim sonuçta yaklaşık 1 aylık profesyonel bir yazılımcıyım iletişim kurmadan da iş yapabilirim. Zaman geçiyor yaklaşık 3 ay oluyor ve durumda bir değişiklik yok adamı hala sevmiyorum. Aksi gibi adamla aynı takıma atandık daha da beteri birlikte çalışmamız gerekiyor. Elbette bu benim için sorun değil çünkü 3 aylık profesyonel bir yazılımcı olarak herkesle çalışabilirim. Ben çalışabilirim ama o biraz amatör galiba benimle çalışamıyor. Hayır kabul ettiğim bir şey varsa o da adam benden daha fazla deneyimli ama demek ki işte yazılımcılık tecrübede değil kafada bitiyor miirim.
Zaman geçiyor durum daha da kötüleşiyor. Sevmemek bir yana artık konuşmuyoruz daha da beteri benim yazdığım uygulama ile onun yazdığı uygulama birlikte çalışmak zorunda yani biz onunla birlikte çalışmak zorundayız. Benim yazdığım kod kendi içerisinde gayet güzel çalışıyor hatta başkalarının koduyla da çalışıyor ama bu adamın yazdığı kodla çalışmıyor daha da kötüsü onun da kodu sadece benim kodumla çalışmıyor. O dönem direktörümüz hergün ama hergün bizden iş durumunu soruyor ve olumsuz rapor sonrasında şu cümleyi tekrarlıyor “sizi birbirinizle konuşana kadar bir direğe bağlayacağım”.
Günlerce sabahlıyoruz ama bir arpa boyu yol alamıyoruz, her sabah direğe bağlanmakla tehdit ediliyoruz, her gece yine yine yine ve yine kodlarımız mesajlaşmıyor. Öyle ki; kodlarımızı yazıp, karşılıklı test edip neyin çalışmadığını birbirimize söylemeyip kafamıza göre yeni bir şeyler deniyoruz. Okuyucunun dikkatini çekmek için abartma sanatı bazen kullanılabilir ancak emin olun sadece olanı yazıyorum:)
Bir gece saat üç civarları yine konuşmadan ve başaramadan laboratuvardan (test sistemlerinin bulunduğu ve test yapılan salon) çıktık. Sinirden o kadar kızarmışız ki; gecenin karanlığında filaman (bildiğiniz ampul) gibi hem geceyi aydınlatıyoruz hem de havayı ısıtıyoruz.
Bir şey oldu, ilk sözü ortaya kim attı hatırlamıyorum ama sözü az önce edilmiş gibi hatırlıyorum “kız arkadaşın var mı?”. İnsanlık için küçük ama bizim için çok büyük cümleydi bu. Bu cümlenin sonrasında cümleler geldi.
Bu olaydan yaklaşık 1 sene kadar sonra yine saat gece üç civarları ve yine abartısız aramızda geçen konuşma şu şekildedir (isim Ahmet değil ama izin almadan yazdığım için gerçek ismini kullanmadım);
- Ahmet çıksak mı abi sanki biraz sallandık?
- Evet abi sallandık ama bir fonksiyona başladım bitsin çıkalım
(Bu sallanmalar 99 depreminden 1 hafta sonra insanların hala dışarda çadırlarda yattığı ve artçı sarsıntıların devam ettiği zamanların sallanmalarıdır)
- Ooooo bu defa kötü sallandık çıksak mı Devrim?
- Abi çıksak iyi olur da bir fonksiyona başladım 5 dakikaya biter sonra çıkarız
Sallana sallana sabahı ettik o gece fakat ne o beni ne ben onu ne de işimizi bırakmadık. Evet belki mantıklı değildi sallanırken kod yazmak ama şu an iyi ki dediğim tek şey var o da birbirimizi bırakmadık.
Bu hikaye nasıl devam etti derseniz anlatayım; ilk arabamı almaya param yetmiyordu beni cesaretlendirip arabanın parasının yarısını verip ilk arabamı aldırdı, onda hiç şoförlük yok bende de toplamda 20 saat kadar deneyim varken bana güvendi yanıma oturdu ve İstanbul’dan bir gece yolculuğunda 800 km yol gittik. Yolda ve daha sonrasında birçok anımız oldu. Peki işimize ne oldu? Başka birçok uygulama içerisinde çalıştırmaya çok geç başladığımız uygulamalarımızı hızla yetiştirdik, haberimiz olmadan aday gösterildiğimiz “En İyi Takım Çalışması” ödülünü kazandık. Kısaca direğe bağlanmaya gerek kalmadan biz olduk ve işimiz de bizim işimiz oldu.
Neden “İnsana dair” yazıyorum? Çünkü aslında her şey insana dair. Unutuyor insan yer aldığı projeleri, zamanında yaptığı en kritik işleri, kurtardığı çalışmaları, yazdığı kodu, şirkete sağladığı geliri yani işe dair şeyleri zamanla unutuyor. Ama unutmuyor hislerini.
Küçük bir test yapalım yine cevaplar sizde kalacak:) İlk iş gününüzü hatırlıyor musunuz? Aldığınız ilk takdir ya da eleştiri? Kendinizi en mutlu ya da en mutsuz hissettiğiniz anlar ve bunu size hissettiren insanlar hala dün gibi net mi anılarınızda? Sizde iz bırakan şeyler daha çok işler mi yoksa insanlar mı?
Teknik her açık kapatılır, her eksiklik giderilir, hatalar düzeltilir, bilinmeyenler öğrenilir hatta bunlar zamanla unutulur ama hisler asla unutulmaz.
Tamam güzel hikayeydi, ben gülümseyerek yazdım, sizlerle de paylaştım belki arada sizi de gülümsettim dahası “his önemli” dedim mesajı da verdim o da tamam. Tamam ama bir şeyler eksik kaldı sanki.
Hissettiklerimiz tamam da ya hissettirdiklerimiz? İşte bu kısım çok önemli ve en çok atlanan kısım ne yazık ki. Toplantılar yapıyoruz genelde karşı taraftan beklentilerimizi dile getirdiğimiz, e-postalar yazıyoruz içeriğinde bizim elimizden geleni yaptığımız ama bir şeyleri de artık karşı taraftan beklediğimiz, başka birisine anlatırken “ondan şunu bekliyorum” dediğimiz cümleler kuruyoruz.
Şöyle bir test yapabilirsiniz; size gelen e-postalardan rastgele 10 tane seçin, 10 tane de ilettikleriniz arasından seçin. Kaçında sizden bir şey isteniyor? Kaçında siz başkalarından bir şey bekliyorsunuz? Peki kaçında postanız “o iş bende merak etme” ya da benzeri bir mesaj içeriyor? Kaç kere sizin işiniz olmadığı halde hatta size hiç faydası olmayacağını bildiğiniz bir konuda arkadaşınıza yardım ettiniz? Kaç kere hararetli bir anda korudunuz arkadaşınızı ya da kaç kere zor durumdayken yanında oldunuz?
İnsan doğumundan itibaren sürekli olarak güven duygusunu arar, hepimiz güvenilecek birilerini arıyoruz ama biz ne kadar güven veriyoruz?
Benim naçizane bazı tavsiyelerim var; önce siz adım atın, yardım edin, koruyun, paylaşın, yalnız bırakmayın, karşılık beklemeyin, anlayışlı olun. Siz bunları verin alıp kaçanlar olacaktır ümitsizliğe düşmeyin kalanlar da olacaktır. Kalanların da sizi koruduğunu, yardım ettiğini, yalnız bırakmadığını, affettiğini, karşılık beklemediğini göreceksiniz. Sakın vazgeçmeyin kısa vadede kayıplarınız olabilir ama uzun vadede büyüdüğünüzü, olgunlaştığınızı, mutlu olduğunuzu ve en önemlisi yalnız olmadığınızı göreceksiniz.
Doğumunuzdan bu yana aradığınız güven duygusunu hissetmeye ilk adımınızı attınız artık adımlar atma zamanı.