İş dünyasında duygular…
Yaklaşık olarak 30 yıldır iş dünyasının içinde sayılırım. Bu süre içerisinde yüzlerce yönetici ve iş adamı tanıdım. Birlikte çalışma şansım olanlar da vardı dolaylı olarak çalıştıklarım da… Sadece gördüğüm ve deneyimlediğim süreçler üzerine yapacağım bu yorumla birlikte genel bir kanıya da değineceğim.
Hepinizin bildiği üzere, patron ve yönetici olmak eşittir “İnsan Olmamak”tır. Evet tamamen bu şekilde yapılandırılmakta bu iki mevkide yer alan kişilerin karakterleri. Gayet insani olan tüm duyguların bastırıldığı (ki bir müddet sonra davranışları soğuk ve faşizan hale dönenlerde var), üzüntünün zayıflık olarak göründüğü, bir güç ve üstün ata rolüne zarar verecek diye her türlü duygusallığın hasıraltı edildiği iş dünyasında, insanlar özlerini kaybetmeye başlıyor.
Yöneticilerin, iş adamlarının, liderlerin dünyasında duygusallık bir hastalık ya da zayıflık olarak görünüyor. Son zamanlarda trend olan “liderlik” kavramı içerisine yerleştirilen ve samimi olmaktan uzak görünen duyguların belli edilmesi ve çalışanlara yansıtılması da stratejik bir oyundan ibaret… İkiyle ikinin dört ettiği her yerde ortak kanı, duygusallığın zayıflık olduğu ve zayıflığında kaybettirdiği yönünde. Dünyada belirli bir servete erişmiş insanların, duygusal olarak hareket etmekten ziyade, işine duygularını katmadan ilerlediğini ve bu büyük servetlere eriştiğini görebilirsiniz. Yüzlerce milyar serveti olan fakat basit bir ekonomik sarsıntıda bir anda binlerce işçiyi işten çıkartan ve onları belirsizliğin içine atan bir yöneticinin/iş verenin duygularıyla değil analitik aklıyla hareket ettiğini görebilirsiniz. Konumuz servetler ya da zenginlikler değil, duyguların arka plana atılması ile ortaya çıkan kaos ve bu kaosun tüm dünyada yarattığı derin korkular ve yok edişler.
İçerisinde duygusallığın olmadığı yönetim kademelerinde; çevreyi, hayvanları, çocukları, iklimi ve daha birçok şeyi düşünmezsiniz. Tüm odağınız, hissedarlarınıza kazanç ya da servetinize servet eklemek üzerine kuruludur. Duygularıyla düşüncelerini harmanlayarak ilerleyen insanların, yaşamın ikinci penceresine (yaşama haklarına) daha normatif bakabileceğini düşünüyorum. Kapitalizm ya da kapital kendi içinde farklı demokratik tutumlar geliştirmiş olsa da her zaman hedefleri dikkate almıştır. Ciro hedefleri, kar hedefleri, pazar hedefleri, satış hedefleri ve daha fazla müşteriye ulaşma hedefleri. Böyle bir süreç içerisinde, sadece yöneticiler değil çalışanlar da duygularını terk etmek zorunda kalmakta ve tepeden aşağıya doğru işleyen anomik bir durum oluşmakta. Şirket içindeki hedefler bireyleri, şirket dışındaki hedefler ise bütünü etkileyen bir ahlaki bozulma ortaya çıkarmakta. Başarmak için her eylemin mubah olmaya başladığı, duygunun arka plana atıldığı, önceliğin; hedefi tutturmak olduğu bu dünyada ahlaki dejenerasyon da kendini göstermeye başlıyor.
İnsan; duyguları olan bir varlıktır. Duyguları bastırmak ya da yok saymak hem kişinin kendisine hem de topluma zarar veren davranışları ortaya çıkartır. Bugün, insanlığın yaşadığı negatif olayların birçoğu; içerisinde duygu olmayan eylemlerin sonucunda ortaya çıkmaktadır. Kolluk kuvvetleri, adalet mekanizması, sosyal düzenin inşası, inanç sistemleri, eğitim faaliyetleri, finansal yapılanmalar ve daha birçok alanda hedefler öncelikli olduğundan, kriz yönetimleri; mekanik ve acımasız bir şekilde çözülmekte ya da çözülmeye çalışılmaktadır.
İş dünyasıyla birlikte teknolojik gelişmelerin de sanal yapılanma çabası içerisinde (özellikle pandemi sürecinde yaşadığımız asosyalleşme de buna dahil edilebilir) olması duyguların, travmatik karakterlere evirildiği bir geleceğin bize çok yakın olacağını gösteriyor.
Sonuç olarak, duygulardan soyutlanmış şekilde faaliyet gösteren iş dünyasının, bu tavrını sürdürerek çok fazla ilerleyeceğini düşünmüyorum. Eğer bu tutumunda ısrar edip yol almaya devam ederse de güzel günlerin bir hayal olarak kalacağını ve insanlığın kendi yok oluş sürecinde kapitalizmin vahşiliği ile bertaraf olduğunu hep birlikte göreceğiz demektir.