Kendimi Yapayalnız Hissediyorum
“Ne acı di mi? İşle ilgili sorunum yok… insana dair var. Ve ne acı kendimi yapayalnız hissediyorum. Kimsenin arkamda olmadığını biliyorum.”
Bu satırları bana yazan eskiden beri tanıdığım bir dönem birlikte de çalıştığım çalışma yılı ve iş deneyimi çok yüksek bir arkadaşım. Kelimesine dokunmadan ve kendisinden de izin alarak paylaştım mesajını sizlerle. Hala iş hayatında çalışmak zorunda ancak bırakabileceği uygun şartlar oluştuğunda çalışmayı hemen bırakacağını ifade eder bana sıklıkla.
Peki ne oldu da bunları bana yazdı? Neler yaşattık ona?
Bundan 20 kadar sene önceydi işe başladı. Okuldan yeni mezun olmuştu. Yepyeni bir başlangıçtı onun için. Çok heyecanlıydı, hayalleri vardı. Bir an önce bu yeni ortamda bir şeyler başarmak ve gerçekten çok iyi niyetle çalışmaya başladığı kuruma bir şeyler katmak istiyordu. İlk orada o an ittik onu. Hepimizin kendi dertleri vardı, onunla uğraşamazdık.
Siz hiç tohumdan bir şey yetiştirdiniz mi? Ne kadar zordur bilir misiniz? Uygun zamanda ekmeniz gerekir, uygun toprakla, uygun hava şartlarıyla, uygun ışıkla başlamanız gerekir. Sonra sulamanız, toprağını havalandırmanız, zararlı otlardan arındırmanız yani bakımını yapmanız gerekir. Bir filiz verebilmesi için her gün uğraşmanız gerekir. Zordur büyütmek oysa arkadaşımızın istediği bütün bunlardan çok daha kolay bir şeydi o da sadece biraz ilgi. Vermedik ona ilgimizi. Elimize aldık budama makasını filiz verdikçe kestik, filiz verdikçe kestik. Oysa bu bir yetiştirme tarzı değildi. Tamam “Tohum olmanın kaderindeydi karanlık. Büyüyebilmek için gömülmek gerekiyordu (Arachnoid Mater Bölüm 51)” ama filiz verince dövülmek nedendi?
Yüzmeyi öğrenmenin en iyi yollarından birisinin denize atmak olduğu söylenir. Biz o denizde ne çocuklar kaybettik bir bilseniz! Ne travmalar var orada hem de daha işe yeni başlamışken. Başkalarında eleştirdiğimiz kimi davranışların geçmişte saklı olduğunu unutuyoruz bugün. Hem de kendimize yapıldığında tasvip etmediğimiz davranışları bugün başkalarına ne kolay yapabiliyoruz.
Nasıl olduysa yaşadı. Kimseye bir şey sormadan, kimseye yük olmadan sadece izleyerek, el yordamı ile yani, bir şeyler öğrenmeye çalıştı. Dalga geçtik arada “sen nasıl oldu da okuldan mezun oldun?” dedik. Dedikodu yaptık arkasından “Abi hiçbir şey anlamıyor” dedik. Demiri ısıttık ama suyunu vermeden dövdük sadece dövdük hem de hiçbir amacımız yoktu. Bu arada ona şunu öğrettik “Sen de yeni başlayana bizim sana yaptıklarımızı yap”.
Yaşadı bir süre ama ne yaşamak! Vahşi ormanın vahşi kurallarını öğrettik. Sürünün lideri dilediğini yapar ya lider olacaksın ya da sana kalan artıkları yalayacaksın dedik. Peki bunu nasıl dedik? Lider olmak için kavga ettik önce. Onu da kavganın içine çektik. Lider olduk baka kimseye bir şey vermedik. Yalnız bizim ormanın şartları değme balta girmemiş vahşi ormanlardan daha ağırdı. Çünkü insanın ormanında Prefrontal Korteks denen kısım yani düşünen, strateji üreten kısım vardı ve insan bu bölümü bu ortamda üretmek için değil entrikalar için kullanırdı. Öyle basit kavgalar değildi bizim ormandaki. Kaybeden efendice yerinde oturmuyordu ya da çekip gitmiyordu bizim ormanda. Kulisler yapıyordu, dedikodular yapıyordu. Alt beyinden gelen o vahşi dürtüleri üst beyinlerimizin yardımı ile nasıl gerçekleştirebileceğimizi bir bir gösterdik. İnsan bu yüzden tehlikelidir çünkü vahşi arzularını düşünerek hayata geçirir. Doymaz insan, doyduysa stok yapmak için saldırır bu sefer ve asla yetti demez.
Yine de yaşadı her şeye rağmen. Ama artık görmeye başladı, kazananların hepsinin adil bir şekilde kazanmadığını gördü, kralın yanında olanın aç kalmadığını gördü. Bunun için kralın çevresinde olmanın ve sadece onun söylediklerini yapmanın yeterli olduğunu gördü. Hatta bazen kraldan daha çok kralcılık oynayabileceğini gördü. Yani düşünmeye, bir şeyler üretmeye gerek olmadığını gördü. Sadece güçlünün yanında olması çoğunlukla yetiyordu. Zamanla daha az düşünmeye başladı. Zaten çok gereği de yoktu hem düşünenlere baktı çok da sağlıklı yaşadıkları söylenemezdi. Öğrendi.
Zaman geçiyordu kaybettiği hayalleri, iyimserliği ve onca öğrendiği şeye rağmen hala nefes alıyordu. Belki düşünmeye gerek olmadığını öğrenmiş olsa bile bu ormanda yaşamanın bir başka çaresinin de güvenmek olabileceğini düşündü. Bir başkasına ya da başkalarına güvenmek. Artık yeni başlamış bir çaylak olmadığı için etrafı biraz olsun tanıyordu. Bazılarının sürüler halinde gezdiğini fark etti. Tek başlarına yaşama şansları yoktu çoğunun. Bu elbette anlaşılabilirdi bu şekilde daha güçlü oluyorlardı ancak sürülerin içlerine baktığında kimisinin bu grubu sevmese de yaşamak için katlandığını gördü. Grup dediği de kendi içerisinde kaynıyordu aslında. Sonra genele baktı ve grup da olsa tek de yaşasa bir tehlike anında yalnızdı. Yapayalnız. Öğrendi.
Bizim ormanın hayvanı kıskanır, yüzüne gülerken arkandan saldırır, mert değildir, doymaz, yükselmek için ezer, kullanır, şikayet eder, dedikodu yapar, her şey kendisinin olsun ister, başarıyı sahiplenir, kendini göstermek ister ve işin kötüsü bunların hepsini hak görür.
Büyümesin diye sürekli budadığımız arkadaşımız bir şekilde büyüdü ama bu sefer de iş hayatında “yaşamanın bir ağaç gibi tek ve hür ve ne bir orman gibi kardeşçesine” mümkün olmadığını gördü. Ancak her gün tazelenen milyonlarca hücre gibi, her gün doğan güneş gibi, her gün açan çiçek, her güne taze bir umut ile başladı yani her gün yaşamaya çalıştı ve biz daha akşam bile olmadan umudunun umurumuzda olmadığını gösterdik. Öğrendi.
İsyan etti sonra tüm öğrendiklerine ve yazdı bir arkadaşına “Ne acı di mi? İşle ilgili sorunum yok… insana dair var. Ve ne acı kendimi yapayalnız hissediyorum. Kimsenin arkamda olmadığını biliyorum.” İsyanı bile naifti ve bize rağmen ertesi güne yine taze bir umut yeşertti.