Kocaman Bir Sirkte Yaşamak
Çocukluğumda Lunapark’ın bulunduğu Küçükçiftlik Parkı, adeta kutsal topraklardı benim için… Oraya gidip çarpışan arabalara, dönme dolaba, atlı karıncaya binmek için çıldırırdım. Bayramların yaza geldiği o günlerde el öpülür, harçlıklar toplanır sonra doğru lunaparka…
Bir keresinde annemin arkadaşlarından birinin kızı lunaparkın işletmesini yapan İtalyanlar’dan biriyle evliydi sanıyorum. Lunaparka gittiğimizde karavanlarını ziyaret etmiştik ve ben hayatımda ilk kez teneke kutuda kola içmiştim. Her neyse damat bana bir avuç dolusu jeton vermişti. İşte o gün benim hayatımın belki de en güzel günlerinden biriydi. Lunapark kapanana kadar jetonları bitirememiştim.
Aynı alana sirkler de gelirdi. Bunların arasında Medrano da çok ünlüydü. Aslanlar, kaplanlar, filler, trapezciler izlemeye giderdik ailecek. Biraz büyüyüp de bilinçlenince oradaki hayvanlara nasıl işkenceler yapıldığını görünce soğudum sirklerden… Aslında palyaçoları da çok sevmem. Nasıl diyeyim ürkütücü gelir bana. Hele Stephen King’in romanından sonra daha da çok.
Bazen düşünüyorum da kocaman bir sirkte yaşıyormuşuz gibi geliyor bana. Elimizde lobutları, topları döndürürken her an düşürecekmişiz gibi yaşıyoruz her anı… Korku, telaş, heyecan, bolca adrenalin… Şovun sonu bir türlü gelmiyor, izleyiciler nefeslerini tutmuş, altınızda ağ olmadan trapezden atlayışınızı izliyorlar, ya incecik tel üzerinde bisiklete binişinizi…