Senden olmaz!
Henüz takım arkadaşlarının gözlerini açmalarına 3 saat kadar zaman vardı. Her zaman yaptığı gibi yatağın sıcaklığına yenik düşmemek için uyanır uyanmaz fırladı yataktan. Uyanması ile kendisini sokakta bulması arasında geçen süreyi 8 dakikaya indirmişti. Hava karanlıktı, sokaklar boştu. Üzerinde kendisinden çok daha iri birisinin giyebileceği bir şort ve tshirt ile birlikte delinmesine çok az kalmış bir ayakkabı ve bir de sırtına astığı çantası vardı.
Temizlikçilerin bile gelmediği bir saatte geldiği için artık salonun anahtarını ona vermişlerdi. Böylesi çok daha rahat oluyordu çünkü ne zaman gelecekleri belli olmayan temizlikçileri beklemek tam bir işkence olabiliyordu. Kapıyı açtı, içeri girdi, zifiri karanlık da olsa yerini çok iyi bildiği düğmelerden lambaları yaktı. Sanki ışık bile yeni uyanıyordu lambadaki yerini alıp almamak arasında kararsız kalmışçasına bir kaç kez yandı, söndü ve sonrasında sanki kendisini uyandırana kızmış gibi birden yerleşti lambanın içine.
Koştu önce ve her zaman yaptığı ısınma hareketlerini yaptı. Sonrasında sayamayacağı kadar çok yaptığı uzaktan atış için topu eline aldı. Sektirdi yerde, potaya baktı, bu sefer olacak dedi ve duruşunu aldı, ellerini topa koçun söylediği şekilde yerleştirdi, bileklerini kırdı ve ileri doğru bir hareketle attı. Top havada daha önce bu kadar güzel süzülmemişti, hafifçe dönerek ve havada güzel bir kavis çizerek önce yükseldi sonra özlediği çemberle buluşmak üzere inişe geçti. Bu sefer olacaktı bu sefer kesinlikle olacaktı. Top çembere yaklaştı, çemberde bir file yoktu ama keşke olsaydı da sadece filenin topla buluşmasının sesini duysaydı. Topun önce çemberin sağ kenarına sonra panyaya oradan da parkeye düştüğünde çıkardığı sesle çaresizlik ve ümitsizlikle aldığı derin nefesinin sesi birbirine karıştı. Ve Michael yine atamadı. Bu kaçıncı olmuştu? Kaçıncı kez hem maçlarda hem antremanlarda hem de sabahın bu kör karanlığında tek başına çalıştığı bu salonda basket atamıyordu? Vazgeçmedi, denedi, başaramadı, tekrar denedi ve tekrar denedi.
Michael Jordan çok sonraları verdiği bir röportajda şu ünlü sözleri söyleyecekti “Kariyerim boyunca 9000’den fazla şut kaçırdım. Neredeyse 300 maç kaybettim, 26 kere maçı kazandırmak için son şut bana verildi ve kaçırdım. Hayatımda tekrar ve tekrar başarısız oldum. Ve işte bu yüzden başardım.”
Buna benzer yüzlerce hikaye var duyduğumuz, ilham veren hatta hadi daha rahat konuşalım gaza getiren, ilk duyduğumuzda ya da okuduğumuzda yerimizden kaldıran, ben de yapabilirim dedirten. Ben bu açıdan yaklaşmak istemiyorum, evet güzel ilham verir ama bu açıdan bu konu çok ele alındı.
Peki ya; Michael’ın annesi ya da babası siz olsaydınız? Koçu olsaydınız? Takım arkadaşı olsaydınız? Kuzeni ya da mahalleden arkadaşı olsaydınız?
Aramızda kalacak emin olun:) ne derdiniz Michael’a? Ben aklıma gelen bazı örnekler vereyim mi:)
- Oğlum, bu top işleri para kazandırmaz, bak evleneceksin ileride, hadi tek olsan neyse de geçim derdi zor be oğlum. Bak girmiyor da. Yani iyi oyuncusun ben bunu görüyorum ama şans da lazım.
- Michael belki bin defa söyledim sana iyi atamıyorsun, tamam iyisin ama pas ver, sen pas ver. Seni bench’e oturtmak istemiyorum ama bu maçı kazanmamız lazım
- Michael oğlum bari atamıyorsun pas ver senin yüzünden yine kaybettik
- Michael yine kaybetmişsiniz, atamamışsın lan yine
Kaç kez duydunuz buna benzer sözler hayatınızda? Kaç kere içinizde hissettiğiniz gücü ya da yeteneği yaka paça aşağı çektiler? “Ben aslında doktor olacaktım da …” cümlesi ile başlayan hikayeleri başkalarından kaç kere dinlediniz?
Geniş düşünelim. Biz aslında adına Dünya dediğimiz küçücük bir gezegenin, küçücük bir ülkesinin, küçücük bir şehrinde, küçücük bir sektörün, küçücük bir şirketinin, küçüçük bir departmanında bir şeyler yapıp para kazanıp hayatını devam ettirmeye çalışan çoğunlukla beyaz yakalılardan oluşan küçücük bir grubuz. Bu potansiyeli olanı kıskanmak, bu destek olmamak, bu ilham vermemek neden? Belki biraz sert olacak ama hayallerini çoktan buzluğa kaldırmış bir sürü ölü insan görüyorum böyle bakınca.
Bu yazı çizi işleri sağda solda kalmasın bari okuyan küçük bir azınlık da olsa faydası olsun diye yayımlamaya karar verdiğimde bir arkadaşımın önerisi ile bana hayatı çok eğlenceli gelen ve Amerika’da yaşayan başka bir arkadaşla tanıştım. Belki adını vermemi istemez o yüzden saygı gereği adını geçirmeyim ama dedi ki bana “burada öğrenciler iyi bir şey yaptıklarında öğretmenleri onlara kendi omzunu 3 kere pıt pıt pıt yap diyor”. Ne güzel bir yöntem, daha çok küçük yaşlarda çocuğa kendisini sevmesini ve takdir etmesini öğretiyorlar. Olur da birisi birgün böyle büyüyen bir çocuğu yolundan vazgeçirmeye çalışırsa kendine inanması ne kadar değerli.
Belki aklınıza geliyordur, bu adam teknolojici, teknoloji dergisinde yazılar yazıyor ama neden hiç teknoloji yazmıyor? Neden müslüman mahallesinde salyangoz satıyor?:). Çünkü ister teknoloji işinde çalışın, ister tıp ya da isterseniz esnaf olun iş insanda başlıyor ve insanda bitiyor. İnsanı kazanamayınca yaptığınız yatırımlar, konuştuğunuz teknolojiler, süreçler hepsi ne yazık ki çöp oluyor. Bizler teknoloji, donanım, lisans satın alıyoruz ve bunların bakımları için her sene ödemeler yapıyoruz, sürekli güncel tutuyoruz ancak bu teknolojileri kullanan çalışanlarımıza yaptığımız yatırımlarda cimri olabiliyoruz ya da iş bilgisini tazelemek için eğitimi gereksiz görüyoruz ya da insan olduğunu unutabiliyoruz. Bu arada keşke insan olduğunu tam unutabilsek de bahsettiğim teknoloji yatırımlarında ve bakımlarında olduğu gibi insana da yatırım ve bakım yapabilsek. Teknik olarak işinde başarılı olanları ciddi bir formasyondan geçirmeden yönetici yapıyoruz ve çalışanları emanet ediyoruz ve sonra bir çok değeri kaybedebiliyoruz ya da hayal katili oluyoruz. Sonra diyoruz ki “neden bizim ülkemizden de çıkmıyor?”
Arkadaşlar biraz duralım mı? Biraz düşünelim, haydi Michael’i bir kenara bırakalım. Annesi, babası, koçu, kardeşi, takım arkadaşı, kuzeni ya da mahalleden arkadaşı olalım. İçimizden bir Michael çıkarabilir miyiz, buna gerçekten izin verir miyiz?