TÜBİTAK
Bilimin sanayiye uygulanmasını TÜBİTAK sözcüğünün ikinci “T”si olan “teknoloji”de görüyoruz. 1972 yazında Gebze’de çalışmaya başlayan MBEAE (Marmara Bilimsel ve Endüstriyel Araştırma Enstitüsü) Kurum’un bu amacı güden ilk birimi olmuştu. Burada, üniversiteden akademisyenler ile sanayiye yönelik mühendisler birlikte çalışır, akademik yetkinliklerden teknoloji üretirlerdi. Üretilen teknoloji mutlaka sanayi tarafından sipariş edilmiş olur ve çoğu zaman, içinde yer aldığı ürünün tasarımı bittiğinde seri üretimine başlanırdı. Buna örnek olarak, MBEAE tarafından tasarlanan ve 1981’den başlayarak Teletaş tarafından üretilip ülkenin telekom altyapısının sayısallaştırılmasında yapı taşı olarak kullanılan PCM30 sistemini gösterebilirim. Unutulmamalıdır ki, 1992 yılında Türkiye, sayısallaşmada, Fransa’nın ardından AB’de ikinci sıraya yükselmişti.
MBEAE Elektronik Bölümü, MAM’a dönüş sürecinde etkinliğini kaybetti.
Şimdi, TÜBİTAK kanununda değişiklik gündemde.
Anlaşılıyor ki, TÜBİTAK’ın etkin olarak sanayi ile ortaklığa girmesi ve teknoloji üretmekte önde yer alması hedefleniyor. Evet böyle bir sürükleyici harekete ihtiyaç var. Çünkü, senelerdir, MBEAE’deki örnekler gibi bir üniversite-sanayi işbirliğini beceremedik. Ancak, taslaktaki değişiklikler, sanayiyi desteklemekten çok sanayinin içinde yer almak ya da sanayinin yerine geçmek sonuçları verebilecek yaklaşımlar içeriyor. Devletin kaynaklarını sermaye olarak kullanan, giderlerini devlet bütçesinden ve denetimden soyutlanmış şekilde karşılayan, vergi ve harçlardan muaf bir TÜBİTAK ile; yatırımını, işletme sermayesini banka kredisi ile temin edip, vergisini ödeyen hiçbir özel sektör sanayi kuruluşunun rekabet etmesi mümkün olmaz. O zaman, TÜBİTAK’ın ortaklığı ile vergiden, harçtan muaf, devletin mâli kaynaklarını kullanan bir sanayi mi ortaya çıkacak? Hedef, herhalde bu değil.
Türk biliminin, teknolojiye dönüştürülerek Türk ürünlerinde kullanılmasını sağlayacak bir harekete ise, acilen ihtiyaç var. Kanunun ve yönetmeliklerin dengeyi kuracağını bekliyorum.