Ülkede işsizlik mi var iş sizlik mi?
Büyüklerimiz ilk söze başladıklarında, “Evladım, bizim zamanımızda böyle miydi?” kelimesini hiç sektirmezlerdi. Eğitim hayatı, toplumsal hoşgörü, kuşaklar arası saygı ve terbiye, her büyüğün kendi deneyimi ve toplumsal bakış açısıyla şekillenip bize yansıyordu.
Ben bu tarz sohbetleri dinlerken, kendi adıma bilgelikler çıkartmaya çalışırdım. Ne olmam ya da olmamam gerektiğini fark ediyordum. Bazen sözü söyleyenin gerçekliğini de izliyordum. Bana söylediği ve anlattığı şeyin ne kadarını yaşıyordu. Söz, eylem, düşünce bana hitap ediyorsa ve toplumsal faydaya katkı sağlıyorsa kendi gerçekliğim haline getirmek için çaba harcıyordum. Süreç içerisinde “büyüdüğümde bilge bir yaşlı olacağım” gibi bir misyonu kendim için yazmaya başlamıştım.
Sosyal hayat içerisinden çıkıp, çalışma hayatına dahil olduğumda oranın gerçekliğinin çok daha farklı olduğunu gördüm. Usta çırak ilişkilerinin yaşandığı üretim süreçlerinden, uzman ve stajyer ilişkilerinin yaşandığı birçok sektörde iş deneyimi yaşadım. İzleyici, gözlemci ve kaydedici benliğim içine girdiğim her koşulun analizini yapıyor. Öncesi için ustasından, sonrası içinse kendimden ve gelecek kuşak beklentilerinden ilham alıyordum. Arada bir bağ kurmaya çalıştığım yerlerde hem sistemin hem de insanın yolculuğunu gördüm. Her ne kadar insan sistemi oluştursa da sistem kendi başına farklı davranabiliyordu. Özellikle çalışma hayatındaki hiyerarşik yapı da çok ilgimi çekiyordu. Çırak, usta, ustabaşı, şef, müdür, patrondan oluşan üretim ilişkilerindeki kast sistemi ile müşteri odaklı hizmet sunan firmaların iş süreçleri çok farklı idi.
Çalışma hayatına 12-13 yaşlarında başladım diyebilirim. İlk öğrendiğim şey, her ne yapıyorsan onu en iyi şekilde yap olmuştu. Çünkü o işi en iyi yaptığında kimse bana bir şey söylemiyordu. Hatta en iyi yaptığım için fark yaratan olup ekstradan bir destekte görüyordum. Bu da çocukluğumda öğrendiğim bir başka bilgelik idi. Bu süreçte aynı maaşı alıp farklı çalışma şekilleri ile yol aldığım birçok insan/çalışan, “bu kadar maaşa bu kadar iş” şiarıyla işini sürdürüyordu. Ben ise bu işi nasıl daha iyi yapabilirim düşüncesinde idim. Günün sonunda iyilik kazanıyordu. Şaka bir yana, fark yaratmaya başladığımda farkın görüldüğünü de hissediyordum. İş konusunda hayatımın hiçbir döneminde açıkta kalmadım. Her şeyden önce bilgi ve birikimime sonrasında da işin benim olduğu gerçekliğine sahiptim. Bu şekilde yolculuğum devam etti.
Hayatımın bir dönemini işçi olarak deneyimledim, sonrasında ise yönetici. Hoş yönetici de bir işçidir ama konumuz bu değil şimdi. İşçilikten yöneticiliğe geçiş ve gözlemciliğin yeni farkındalıklarını idrak etmek bu sefer daha farklı bir çizgiye taşıyordu beni. Fakat bir gerçeklik hiç değişmiyordu, yaptığınız iş ne olursa olsun; “bu kadar maaşa bu kadar iş” ve “ne gerek var” söylemleri sürekli dile geliyordu. Bu dönem yani yönetim ve ülke gerçeklikleri ile yüzleşmeye başladığımda iş ve işsizlik kavramları da hayatımda yer ediyordu artık. İki üniversite bitirmiş, iki bazen üç dil bilen insanlarla iş görüşmeleri yapıyordum. Bir şeyi gözden kaçırdıklarını görüyordum fakat onlara bunu anlatmak konusunda çekimser kalıyordum. Bilgi, teori ile harmanlanmadıkça bir işe yaramıyordu. Bunu da çocukluk dönemindeki iş deneyimlerinden elde etmiştim. Çalıştığım firmaya alınan makine mühendisleriyle dalga geçen ustaların arasında geçti zamanınım büyük çoğunluğu. Mühendislik onların gözünde kalemden öte bir şey değildi çünkü. Bunu pratikte deneyimleyerek görüyordum. Bir makineyi teknik resim olmadan yapabilen bir usta ile o makinenin nasıl çalıştığını anlayamayan mühendis (o işte çalışan ve tanıdığım kişi olarak alın bu tanımı) alay konusu olabiliyordu. Bilmenin tek başına yetmediğini anladığım bu zamanlarda ise hedefim her neyin içinde isem onu büyütmek üzerine olmuştu.
Müşteri temsilcisi olarak başladığım bir bilişim firmasında süreç içerisinde önce satış sonra pazarlama departmanına geçiş yapmıştım yönetici olarak. Pazarlama faaliyetlerini yapılandırırken (henüz internet siteleri ve internette bilgi akışı icat edilmemişti) ilişkide olduğumuz tüm firmaların; satış, pazarlama, finans departmanlarıyla görüşüp bu işi nasıl yaptıklarını öğrenirdim.
İş/işsizlik denen kavramın en can alıcı noktalarını bu dönemde fark ettim. Çalıştığımız firmalar ve onların yöneticileri ile olan sohbetlerimizde temel sorunun; işsizlik değil, işi hakkıyla yapanlardan yoksunluk olduğunu anlamıştım. Binlerce bayi ile çalışan bir ağın içindeydim ve tüm şirketlerin temel sorunu doğru elemana ulaşamıyor oluşları idi. İdealist, emekçi ve ezilenin yanında olan ben, o süreçte içimdeki bu tanımları da yerle bir ediyordum. Hak etmeyen ile hak eden arasındaki çizgi ilginç oluyordu. İşi hiç bilmeyen biri ile o işi çok iyi bilen birine verilen rakamlardan tutun, yetkinliği usta seviyesinde olan ama mühendis diploması olmadığı için bir yerlere gelememiş insanlarla tanıştıkça sisteme ve sürece olan tanımlarım da değişiyordu.
“Doğru düzgün eleman yok” bu dönemin yeni sloganı olmuştu çevremde. Kiminle konuşsam, iş yaptıracağı kişiyi bulamadığından dem vuruyordu. İş var ama yapacak kimse yok. Aralarında seçip aldığı kişiler de ne yazık ki istenen performansa erişemiyordu. Çünkü çalışanın kendisini geliştirmek, işi büyütmek, daha iyisini yapmak gibi bir derdi olmuyordu. Hayat 09:00 ile 18:00 arasında gidip gelen bir dolanıklık teorisi gibiydi çoğu için. Verdiğiniz işi takip edip, doğru yapılıyor mu diye kontrol etmek, en az işin kendisi kadar zaman alıyordu. Bunu yaşayan çoğu şirket yöneticisi işi kendisi yapmak zorunda kalıyordu. O zaman anlamıştım, Türkiye’den küresel bir markanın neden çıkmadığını. Çünkü herkes devlet memuru olmak istiyordu ama özel bir şirkette çalışıyordu. Oradakini buraya taşımaya çalışmaktan da şirketler kendi hacimlerini büyütemiyordu. Ne firma sahipleri ne yöneticileri bu kısır döngünün farkında idi çünkü tüm şirketler bu tarz bir iş modeli ile ilerliyordu.
İş arayan, iş bulan, iş bekleyen milyonların olduğu bir coğrafya da işçi arayan, işin sahiplenilmesini bekleyen yüzbinlerce işveren var ne yazık ki. Günümüze doğru yaklaşırken hikayeyi biraz daha farklılaştıracağım. Son birkaç yıldır işim gereği daha fazla insanla farklı alanlarda iletişim kurmaya başladım. Bu süreçte de şunu fark ettim “Bizim zamanımızda böyle miydi?” sözü halen geçerliliğini koruyor. Üstelik bu sefer öncekilerine nazaran, daha saygısızca ve daha hoyratça işliyor süreç. Gözlemci olarak hayatı izlediğinizde görüyorsunuz ki hayat bizler için daha fazla işsizliğe gebe… Neden mi? Bir restoran ya da kafeye gittiğinizde (pandemi dönemi öncesi) çalışanların büyük çoğunluğunun cep telefonları ile sürekli oynadıklarını görüyorsunuz. Masa başında çalışanların da bundan pek bir farkı yok bu arada. İşin ilginç yanı yeni nesil olarak tanımlanan, x, y, z ve alfa kuşağı çocukları iletişim konusunda da kendi geliştirdikleri sosyal medya dilini kullanmaya çalışıyorlar. Beklentileri, kırmızı ve mavi hap ile beslenme, istedikleri her şeye sahip olma, az çalışarak çok kazanma ve mümkünse çalışmadan kazanmak gibi beklentiler ile aramıza katılıyorlar.
Dünya üzerinde işsizlik rakamlarına baktığınızda ağırlıklı olarak yeni kuşağın beklentileri ile sistemin sundukları arasındaki çatışmaları görebilirsiniz. Üretim yapan bir firmanın yöneticisi ile yakın zamanda yaptığımız bir sohbette “Murat Bey, doğru eleman yok, eleman bulamıyoruz ve üretim sürecimiz ile birlikte satış sürecimiz de aksıyor.” demişti. Bir IT firmasında satış müdürü olan arkadaşım da “Defalarca anlattığım ve eğitim verdiğim basit bir lisanslama modelini halen anlayamayan ve soru soran çok sayıda insan ile çalışmanın verdiği yorgunluk var üzerimde, bunu nasıl aşabilirim, bilmiyorum.” diye veryansın etmişti.
Anlattığınızı anlamayan değil, kendisini anlatmaktan yoksun değil, yaşama ve işe saygısını inşa edememiş bir kuşak ile “bu iş sizlik” sürecini hep birlikte yaşıyoruz. İş var mı? Yetkinseniz evet. İşsizlik var mı? Ekonomik göstergelere baktığınızda evet… Çaresi var mı? “Bu kadar maaşa bu kadar iş” düşüncesini terk ettiğimizde muhtemelen olacaktır. Her zaman söylediğim bir söz vardır. “Talip olduğun işte ilk konuşulan rakama razı geldiysen, o işi en iyi şekilde yapacaksın. Yok o işin karşılığının aldığın rakam olmadığını düşünüyorsan o işe hiç girmeyeceksin. Oldu ki başka çaren yoktu ve girdin, o zaman da en iyi şekilde icra edip, kendini ve işi geliştirmenin yollarını bulacaksın.”
Özgünlük ve özgünlük tam olarak “bu iş sizlik” kavramını idrak ettiğinde gelecektir. Tüm işler tam size göre sadece siz o işi gerçekten yapmak isteyip istemediğinize karar vereceksiniz.