Yeniyi üretmek var olanı türetmekten geçer!
1970’lerdeki çocukluk yıllarımda kaçak yollardan ülkemize gelen Japon ürünleri kullanılır, ardından da “Aslında Japonlar bunu Almanlardan/Amerikalılardan çalmışlar” diye konuşulurdu. Gazetelerde zaman zaman Japonların Batılı ülkelerin ürünlerini birebir kopyalayıp üstüne kendi markasını basıp sattığı haberleri yer alırdı. Bu haberleri duyduğumda kafamda Japonlar hakkında olumsuz düşünceler oluştuğunu hatırlıyorum. Ardından, 1980’lerle beraber benzer haberlerin Çin, Güney Kore, Tayvan ve benzeri uzak doğu ülkeleri için de tekrarlandığını hatırlıyorum. Bugün ise daha sadece 30 yıl önce küçümsenen bu ülkelerin ürettiği yüksek teknoloji ürünleri birer kalite ve prestij sembolü olmuş durumda. Başkalarının yaptığını kopyalamakla, bilgi ve tasarım hırsızı olmakla itham edilen bu ülkeler bugün nasıl oldu da batılı ülkelerden altta kalmayan, hatta bazen daha başarılı teknoloji geliştirebilir seviyeye ulaştı?
Sanayi devrimini ve onun öncesindeki bilimsel devrimi ıskalayan uzak doğu ülkeleri 20. yüzyılda pragmatik bir yaklaşımla, “Madem temel bilimlerde ve mühendislikte geriyiz, öyleyse biz de bu konuda iyi olanları taklit ederiz” diyerek öncelikle yeni bilgi ve ürün geliştirme çabasına girmeden, batılı ülkelerin bilgi birikimini ve üretimini birebir kopyalayarak kullanmaya başladılar. Nüfus yoğunluğunun getirdiği avantajla kalite olarak düşük ama oldukça uygun maliyetli üretim bu ülkelere “Tekrarlayarak öğrenme” fırsatı sundu. Bu arada sadece gelişmiş ülkelerin ürünlerinin aynısını “Tekrar üretmediler”, bir anlamda o ürünleri “Türettiler” yani ürünler üzerinde ufak değişiklikler yaparak farklılaştırmaya başladılar. Bu farklılaşma, toplumlar için kısa sayılabilecek 25-30 yıl içerisinde ülkelerde yenilikçi bir iklimin doğmasına neden olmuştur. Bugün itibarıyla uzak doğu ülkelerine yönelik “Bilgi hırsızlığı” suçlaması 30 yıl öncesine göre çok ama çok azalmıştır. Aslında, binlerce yıllık bilim ve teknoloji tarihine baktığımızda, bu çok ilginç bir durum değildir. Zaman içerisinde yaratılan yeni bilgi, bilginin kümülatif yapısını büyütmüş, bu bilgi insanlardan insanlara ve toplumlardan toplumlara geçerek büyüme ve güncellenme sürekli ve sonsuz hale gelmiştir. Kesin olmamakla beraber, Pisagor’un Hindistan ziyareti olmasaydı teoremlerini ortaya koyamayacağı söylenir.
Nereye varmak istiyorum? Matbaanın Avrupa’da oluşturduğu dönüşümü, ardından bilimsel devrimi, sanayi devrimini, bilgisayar-internet devrimini ıskalamak bazen moralimizi bozuyor. Moral bozukluğundan kurtulmak için “Aslında Batı dünyası sahip olduğu bilgileri bizden çaldı” şeklinde anlamsız övünmeler sergileyebiliyoruz. 1500’lerden itibaren Avrupalılar sadece gelişmek için gereken en doğal ve doğru şeyi yaptılar: Daha önce Müslümanlar ve eski Yunan tarafından üretilmiş bilgiyi alıp kullandılar, türettiler ve yeni bilgi ürettiler ve kümülasyonu büyüttüler. Son 40 yıldır uzak doğu ülkeleri de bu yolu izliyorlar.
Atalarımızın “Tarihte” yaptıkları ile övünmeyi bırakıp, “Tarihin” bize gösterdiği somut dersi alma zamanı çoktan geldi ve geçiyor. İnovasyon; sıfırdan yepyeni, el değmemiş bilgi veya teknoloji geliştirmek demek değildir. Var olan teknolojinin biraz daha verimli veya biraz daha işlevsel veya biraz daha ergonomik veya biraz daha görseli güçlü veya biraz daha… olmasını sağlamak ileride çok daha verimli, işlevsel, ergonomik olmasını sağlayacaktır. Buradaki anahtar nokta “Yapmaya” başlamaktır. Çocuklarımızın mümkün olan en erken yaşlardan itibaren temel bilimler başta olmak üzere tüm disiplinleri yine başta bilişim teknolojileri olmak üzere farklı araç-gereçlerle beraber işe koşarak yapma-üretme-türetme farkındalığı-bilgi ve becerisini kazanması ve böylesine bir iklimde büyümesini sağlamak zorundayız.
Prof. Dr. Selçuk Özdemir (Bilişim Garajı ve Sanat Garajı Kurucusu – Gazi Üniversitesi Öğretim Üyesi)